20 Ocak 2018 Cumartesi

8 Ağustos 2015 Cumartesi

BATININ KARANLIK TARİHİ VE ATATÜRK’ÜN YAYDIĞI IŞIK

Avrupalının geçen yüzyılın başlarında kendi dininden olanlara neler yaptığını ve Avrupa’nın karanlık bir dönemini, Avrupa uygarlığını anlamaya çalışarak hatırlayalım.

Başkalarına zulüm ederek yükseliş, ne denli acımasız olursa, oradan düşüşte o derece acılı olur.

Çağımızda insanlığın yararına olacak diye yapılan buluşlar, Batı tarafından yıkım için bugün nasıl kullanılıyorsa, ayni batı Rönesans ve Hümanizm düşüncelerini kullanılarak insanlık için kahredici azgınlıklar meydana getirmişlerdi. Avrupa’ya yeni bir Hıristiyanlık ruhu getirmek isteyen Reform hareketleri, benzeri görülmedik din kavgalarına yol açmış, o zamanlar yeni bulunan matbaa makinesi bile bazen kötü kullanılmış, bilgi ve kültür yerine dini yobazlık, Hümanizm yerine ise kaba bir etnik ve dini düşmanlık yaymaya başlamıştı.

Kanlı iç savaşlar Avrupa’nın hemen her ülkesini çöle çevirirken, yeni keşfedilen Amerika kıtasında da kâşiflerin insafsız elleri, eşi görülmedik bir barbarlıkla yerli uygarlıkları, canlı cansız bütün değerleriyle talan ve yok ediyordu. Hümanizmden hayvanca bir vahşete o zamanki bu geri dönüş, bugün bizim kuşağın şahit olduğu Afganistan, Irak işgalleri, savaş adı altında yapılan kıyımlara çok benziyordu.

Korkunç bir kin ve öfke kasırgası Avrupa’nın altını üstüne getiriyor, bütün insanlık için hala korkuyla hatırlanan ve insanı insan olmaktan utandıracak sahneler ortaya konuyordu.

Binlerce insan, türlü işkencelerle, asılarak, balta ile doğranarak, başı vurularak, yakılarak yok edilmiş, cesetler ortada bırakılmış. Yanmış, çürümüş cesetler günlerce kargalar ve akbabalar tarafından didik didik edilmişti.

Yobaz ve bağnaz Hıristiyan mezhep kavgalarının azgın boğuşması tüm Avrupa’yı öyle bir tarumar edip zindana çevirir ki, benzeri ancak bugün Irak’ta ABD askerleri tarafından yapılanlarda, İsrail’in Filistin’de yaptıklarında ve kısaca, Fransa’nın Cezayir’de uyguladığı kırımlarda görülebilir.

Katolikler tarafından Protestanlara karşı bir Aziz Bartholemeus gecesinde başlatılan dinsel kırım, bir günde on bin “Protestan kâfiri” yok eder. Protestanlar ise buna cevap olarak kiliseleri yakar, heykelleri yıkar, ele geçirdiği her “kâfir katoliği” öldürür.

Bu dinsel çılgınlıklar mezarda yatan ölüleri bile rahat bırakmaz. Aslan yürekli Richard’ın, Wilhelm’in mezarları bile tarumar edilir. Teslim olan askeri birlikler son erine kadar kılıçtan geçirilir. Nehirlerdeki su, içlerinde yüzen cesetler yüzünden içilemez, kullanılamaz duruma gelir. Zamanla niçin savaşıldığı da unutulur. Silahlı çeteler sarayları basar, yolları keser, protestanmış, katolikmiş, sormadan soyar öldürür. Ne can, ne mal, ne kilise güvenliği ve ne de konut güvenliği kalmamıştır.


Yukarıda ki yazılanların tümü o çağda yaşayan filozoflar, yazarlar tarafından kâğıda dökülmüştür. Kısa bir araştırma yaparsanız ki, şiddetle tavsiye ederim. Kimlerin kimlere neler yaptığını ve Batı’nın geçmişini daha iyi anlayacak, dünyanın şu anda içinde bulunduğu karmaşık ortamı bütün açıklığı ile göreceksiniz. Bize yutturulmaya çalışılan dinler arası diyalog, ılımlı İslam ve laiksin, laik değiliz tartışmaları sadece ve sadece karışıklık yaratmak, ülkemizi ve insanını ortaçağ karanlığında boğmak içindir.

İşte Siyonist tabanlı, emperyalist-Evangelist inancın, dünyanın geleceğinde görmek istediği manzara budur. Kendini uygar ve demokratik gören, kendini kandıran, geçmişi karanlık bir Batı’yı, Atatürkçülerin yaydığı aydınlık her zaman rahatsız ediyor.

Batı’nın ve yandaşlarının Büyük Atatürk’e karşı olmasının sebebi, O’nun yaydığı insanlık ve medeniyet ışığının yok edilemez aydınlığıdır. O’nun nurlu ışığı vampirleri çok ama çok rahatsız ediyor.

Necmi ÖZNEY

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER, KÜRESELLEŞME VE ATA’NIN İLERİ GÖRÜŞÜ

İnsanın aslı ne ise nesli de o olurmuş. Bunun günümüzdeki en açık örneklerinden biri ise, ABD ve AB’nin sömürgecilik ve soygunculuk alışkanlığının, şartlar ve fırsatlar oluştuğunda, o çok övündükleri medeniyet ve insanlık değerlerini hiçe sayarak insanları sömürmek için politikalar geliştirerek mazilerine dönüş yapmalarıdır.

Küreselleşme adı altında, yirminci asrın ikinci yarısından itibaren, Batı tarafından yeni bir sömürge dönemi başlatılmış bulunmaktadır. Yaklaşık yirmi senedir gizlemeye bile gerek duymadan açıkça söylenen ve birbirlerini tamamlayan, medeniyetler çatışması, Armagedon, BOP ve ılımlı İslam gibi kavramların varmak istediği hedef, emperyalist Batı'nın dünyayı kendi hâkimiyetinde bir sömürge alanı haline getirme projeleridir.

Huyu hiç değişmeyen, emperyalist geçmişe ve tecrübe birikimine sahip bulunan, türlü politik oyunlarla oraya buraya yayılan Batı’nın, kendi inanış veya kararları sonucu olarak kendiliğinden doğru yolu bulmasını beklemek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Onun için, Batı’nın, maddi ve manevi değerlerine göz koyduğu ülkeler tarafından bizzat durdurulması gerekmektedir. Bu da bu devirde savaşla değil, milletlerin kendilerini koruma altına alması ile olur. Bu da dirayetli yöneticiler ile mümkündür. Başka bir deyişle, yönetimde adam gibi adamların olması gerekir.

Batı emperyalizmi tarafından yer üstü ve yeraltı değerlerine göz konulan ülkelerin, ilerde kendileri ile aynı kaderi paylaşabilecekleri samimi ve açık olarak anlatılarak, bölge ülkeleri ile yeni güç birlikleri ve anlaşmalar yapmaları şarttır.

Dikkat!

A) Emperyalizm ABD ve Avrupa Birliği maskesi altında iki yönden gelecektir.
B) Küreselleşen emperyalizmin ana hedeflerinin en başında gelen ise hiç kuşkusuz, Avrasya coğrafyasıdır.

Dünya tarihinin yeni bir kırılma sürecine girdiği bu zor dönemde, küresel emperyalizmin bu saldırgan tutumunu kırmak üzere, Avrasya ülkelerinin birlik oluşturarak kendi aralarında dostluklar ve ittifaklar kurmak suretiyle istikrarlı bir güç merkezi yaratmaları tarihi bir şart haline gelmektedir.

Avrupalılar tarafından kurulmaya çalışılan Avrupa birleşik devletleri, dünyaya kan kusturan ABD, epey bir zamandır yapılan Afrika birliği kurma toplantıları, yeni bir güç ve denge unsuru olması için kurulması şart olan ve geç kalınmaması gereken bir birlik, Avrasya birliği.

Dünyanın balansının bozuluyor olması ve emperyalizmin küreselleşme adı altında almış bulunduğu yeni şekil, Avrasya’yı ve birlik olamayan ülkeleri ciddi bir biçimde tehdit altında tutacaktır. Dünya için bir güven dayanağı olması gereken Birleşmiş Milletlerin Afganistan, Irak ve 3. Dünya ülkelerindeki davranışına bakın. Günlük gazete haberlerini takip edin göreceksiniz. BM değil sanki ABD.

Bakın Büyük Atatürk zamanında bu konu hakkında ne demiş;

“Milletler Cemiyetinin hatası, bazı milletleri yönetmek, diğerlerini yönetilmek üzere ayırmış bulunmasıdır…”

Gördünüz mü? Büyük Türk, Atatürk, geleceği nasıl görüp okuyabilmiş. Türk milletinin Ata’sını iyi anlayabilmesi, O’nun fikirlerini doğru olarak hayata geçirmesi önce kendisi için ve diğer milletler için şartsız elzem ve gereklidir.

Tarih'i iyi okuyamayan milletlerin, Tarih'e ibret olarak geçeceklerini unutmamaları ve tedbirlerini vakit kaybetmeden almaları gerekiyor.

Necmi ÖZNEY

7 Mayıs 2010 Cuma

KÜRESEL KRİZMİ YOKSA KARŞILIKSIZ PARA KRİZİMİ?

Batı hükümetleri, devam eden krizi biraz rahatlatabilmek için bütçe harcamalarını arttırmaya çalışıyorlar ama hükümetlerin ekonomiye yapmak istedikleri etki, birçok ülkede merkez bankası bilançolarında, bütçe açıklarında ve kamu borç stoklarında kolay kolay kapatılamayacak artışlara yol açıyor.

ABD ve AB hükümetleri tarafından yapılan bu uygulamaların, her an daha da derinleşen ekonomik krizi düzeltmesi mümkün değildir. Uygulanan bu serum ekonomisi, belli bir süre krizi idare edebilir ama serumun tedavide yetersiz kaldığı an finans piyasalarındaki sanal toparlanmanın ve ekonomik durumdaki yapay ferahlamanın da balon gibi söneceği görülecektir.

Sadece finansal piyasalara bakarak krizin boyutlarını ölçmek olası değildir. Gerçek krizi anlamak için işsizlik ve banka kredilerinin kimlere yarar sağladığına ve kimlere yıkım getirdiğine bakmak gerekir. İşsizliğin kök saldığı ve bu işsizliğin küresel ekonomik krizle oransal olarak ilgisinin az olduğu ülkemizde ekonomik politikaların doğru olduğundan bahsedilemez.

Dünya krizi devam etmektedir ve ne yazık ki tahmin edilemeyecek bir süre devam edecektir. Bunun sebebi ise doların hala geçer akçe olmasından kaynaklanmaktadır. Bazı Asya ülkelerinde görülen yüksek büyüme rakamları, sanal parasal genişlemenin sonucu olup, geçicidir. Çin’in üretim ve yatırım politikalarını yakından incelersek, şu andaki ekonomik politikaya mecbur edilmiş olan ve bu duruma elleri mahkûm olduğu için, tahsilât babında tedbirsiz davranan Çinli yatırımcıların yakın gelecekte ABD yüzünden parasal olarak çok ağır bir bedel ödeyecekleri ortadadır.

Ekonomisi kalıcı bir çöküş devresine giren ve ekonomik olarak gerileyen ABD’nin, sömürüye dayalı ekonomik düzenini korumak için, bel altı vuruşlarla dünyaya hâkim olma çabası, hem Amerika’ya bağımlı ülkeler ve aynı zamanda da, hem Amerika’ya bağımlı hem de Amerika’nın kendine hedef saydığı Türkiye için politik ve ekonomik açıdan hayırlı olmayacaktır.

ABD ekonomik dengelerini, yapay yolla bile olsa korumak istiyor. Bu kriz ortamında hala cari fazla vermeye devam eden Çin, Rusya, Japonya v.s. gibi üreten ülkelere, Amerikan devlet tahvillerini ödeme yerine geçecek bir şekilde satmaya devam ediyor.

Bu durum Amerikan ekonomisinin yerlerde süründüğünün açık bir ifadesidir. Çin hükümeti elbette enayi değil. Çin ekonomisi için bir pazar olarak Amerika çok önemli. Çin Amerika’ya yaptığı ihracatından kazandığı parayla, mecburen de olsa Amerikan devlet tahvili alarak ABD’nin bütçe ve cari açığını kapıyor olması bir yana, kriz ortamında Çin’in kalkınması için mecburiyet doğuruyor. Bu gelişmeler gösteriyor ki, dünyadaki ekonomik sömürünün paylaşım kuralları, ABD her ne kadar dolar basmaya devam etse bile, bir süre sonra Rusya ve Çin tarafından konulacaktır.

Daha düne kadar, Baltık ülkeleri, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya girmesi için Rusya’yı karşısına alan Amerika, Rus parası uğruna bu emelinden vazgeçti. Bunun yerine, Karadeniz de bir varoluş sergileyebilmesi için, bir elini Ermenistan’ın, bir elini de Türkiye’nin içine soktu.

Amerika, şu anda Rusya’nın arka bahçesinden uzak durmaya çalışıyor ama Ortadoğu’ya da kalıcı bir şekilde yerleşme hazırlığında. ABD’nin bu isteğini geçersiz kılabilecek iki bölge ülkesi, Türkiye ve İran var. İran Amerika’nın hedef tahtasına yerleştirilmiş durumda. Her ne kadar Türkiye’ye müttefik rolü verilmiş olsa da aslında hedefin tam 12 sinde Türkiye var.

Amerika’nın İran için düşündüğü şey, İslâmi rejimi bir şekilde değiştirip İran petrollerini ele geçirmek. Ama İran’a saldıracak gücü kendinde bulamıyor. Amerika’nın şu an en büyük hayali, Türkiye’yi İran’la kapıştırmak.

Ülkemizde 1950 ler de başlayan Amerikan güdümü ve bugünlerde de bu güdümün tavan yapmasına rağmen, Türkiye’de, Atatürkçü ruh taşıyan, emperyalizme karşı çıkacak çok sayıda vatanını seven insan var. Amerika, İran’a, Türkiye ve Afganistan’ı kullanarak gözdağı vermek isterken bir yandan da Türkiye’yi ılımlı İslam, yeni Osmanlı, demokratik açılım, Türkiye bölgenin gülü, bölgenin gücü, patrik ekümenik olsa ne zararı olur gibi hikâyelerle gaza getirmeye çalışıyor.

ABD’nin Türkiye’ye dayattığı bu hikâyelerde, millî, üniter ve laik Türkiye Cumhuriyetinin yerine, Türkiye’de etnik ve dinsel bir federasyon kurulması ve hilafetin canlandırılması yazmaktadır.

Türkiye’deki Amerikan etkisi ne yazık ki tepe noktasındadır. Ama ekonomik kriz arttıkça, Amerika askerî ve politik olarak güç yitirecektir. Tahminim o ki Amerika, kimsenin tahmin edemeyeceği bir hızla bitecektir. 29.01.2010 Memleket Haber

18 Mayıs 2009 Pazartesi

KÜRESEL KRİZ FATURALARI HENÜZ KESİLMEYE BAŞLANMADI

Mayıs 2009 başından beri, Amerikancılar tarafından tüm dünyaya, ekonomik krizin en zor döneminin aşıldığı ve ABD ekonomisinde, düzelme sürecinin başladığı, propagandası yapılıyor. Dolayısıyla, ABD uydusu devletlerin politikacılarının da ekonomik başarı propagandaları da yapılmış ve lafla peynir gemileri yürütülmüş oluyor.

ABD de Mart ayında 695 bin kişi işsiz varken, Nisan ayında işsiz sayısı 565 bin kişiye inmiş, bu da ABD ekonomisinin artık düzelmeye başladığını gösteriyormuş. Bir ülkede, ekonomik kriz tüm şiddetiyle devam ediyor diyebilmek için, her ay, bir önceki aydan daha çok işsiz insanın olması mı gerekiyor?

Amerika genelinde, ekonomiye katılan işgücü yaklaşık % 20 oranında azalmıştır. Kazanacağı para ile tüketerek ekonomiyi canlı tutacak olan ve bu krizde işlerini kaybeden 16 milyon Amerikalı, eli böğründe evinde boş oturmakta, harcamalarından zorunlu kesintiler yapmakta ve ödeyemediği krediler Amerikan ekonominin daha da bozulmasına sebep olmaktadır.

Amerikan ekonomisinde krizin sonuna gelindiğine ve iyileşmenin başladığına dair elle tutulabilir bir işaret yoktur. Tam tersine bu kriz, başladığından bu yana geçen her ay daha da derinleşmiştir.

Böyle bir propaganda kampanyasının bu şekilde yapılması, ABD hükümetinin, ekonomik durumdaki gördüğü hakikatler karşısında ümitlerinin kırıldığını ve korkularının arttığını göstermektedir.

Bu işin doğrusu ise, yaşanılan bu krizin dünya devletleri arasındaki güç dengelerini temelden değiştirecek olması ve ABD’nin dünyanın süper gücü olma rüyalarına da son verecek bir sürecin başlangıcının sıfır noktası olduğudur.

Kriz daha çok, ABD kuyruğuna takılmış ülkelerde büyük tahribat yapacak ve o ülke insanlarına büyük zarar verecektir.

Ekonomik ve politik olarak ABD’nin bu krizden büyük kayıpla çıkacak olması çok normaldir. Bu yüzden kriz süreci boyunca şimdi yapılana benzeyen propaganda girişimleri ile daha çok karşılaşacağız demektir.

Amerikan ekonomisini bugünkü kriz ortamına getiren sebeplerden birisi, 1980 senesinde başlatılan yapısal değişim kararlarıdır. Bu süreç, Amerika da sermayenin ve doların gücüyle, üretmeden tüketen bir ekonomik ortam yaratmış ve birikimler sürekli olarak azalmıştır.

2001 senesinde baş gösteren krizden çıkabilmek için şişirilen gayrimenkul piyasası çıkışlı finansal balon, Amerikan halkına sıfırı tükettirmiştir. Vasat bir Amerikan ailesi, banka kartları kullanarak ve kredi alarak alıştığı harcamalara devam etmiş ve bu davranışın sonucu ise, Amerikan ekonomisindeki borç stokunun görülmemiş boyutlara ulaşması olmuştur.

ABD’de, aslında 25 yıldır sinsice seyreden ekonomik daralmanın hangi ekonomik güç tarafından finanse edildiğini araştırırsak, Amerikan dümen suyunda seyreden ülkelerin birikimleri ve kazançlarının, küreselleşme, özelleştirme gibi adlar verilen sömürü düzenleri kullanılarak soyulduğunu görebiliriz. Amerikalıların üretim yapmadan, nereden ve nasıl kazanıldığını düşünmeden, hak ederek kazanmadan, görgüsüzce tüketim yapmalarının faturasını çok daha acı ödeyecekleri zamanların gelmesi ise çok yakındır.

Anlayacağımız küresel ekonomik kriz denilen ve yaratacağı, daha da olumsuz durumlar henüz görülemeyen, hala dibe inmekte olan bu krizin faturalarının kesilmeye başlanacağı zaman, acaba Türkiye’de bu faturalar kimlerin sırtına yüklenecek endişe ile bekliyorum.

Necmi ÖZNEY

27 Nisan 2009 Pazartesi

İKİ DÖVLET BİR MİLLET AMA!

Obama’nın Türkiye’ye gelişi ile hız kazanan, Türkiye'ye Ermenistan sınırlarını açtırma istekleri ve kurdurulmaya çalışılan Türkiye ve Ermenistan ilişkileri, ABD-Türkiye, Türkiye-Avrupa, diğer yandan da Türkiye'nin Azerbaycan Cumhuriyeti ile ilişkilerini çok yakından ilgilendirmektedir.

Ermenistan'ın Azerbaycan topraklarını işgal etmesi üzerine, Ermenistan'la sınırlarımızı kapatarak Azerbaycan Cumhuriyeti'ne destek olduk. Bu durum Ermenistan'a ekonomik olarak çok büyük darbe vurdu ve Ermenistan işgalden sonra sürekli olarak Türkiye'den sınır kapısını açmasını istemekle kalmadı, Amerika'daki ve Avrupa'daki Ermeni lobilerince Türkiye'ye baskı yapılması için ciddi bir çaba gösterdi. Bunun sonucu da Obama’nın Türkiye’ye gelişi ile söylediği sözler.

Ermenistan'ın işgal ettiği Azerbaycan Cumhuriyeti topraklarından çekileceğine dair bir olasılığın olmadığı bir dönemde, ABD başkanı Obama'nın Türkiye'ye gelmesiyle yeniden gündeme oturan Ermenistan sınırlarının açılması ihtimali, kuşkusuz kardeş Azerbaycan Cumhuriyeti'nin hoşnutsuzluğuna neden olmuştur.

Türkiye ve Azerbaycan Cumhuriyeti ilişkilerinde bir soğukluk olduğu gerçeği açık bir şekilde ortadadır. Ama Azerbaycan Cumhuriyeti, Türkiye’de düzenlenen bazı etkinliklere alt düzeyde yetkililerini gönderirken, 1992 ve 1994 arası Karabağ’ın işgalinde Ermenistan’ın arkasında Rusya’nın oluşu, Azeri kardeşlerimizin sanki hafızalarından silinmişti.

Aliyev, ABD başkanı Obama'nın Türkiye ile model ortak olduklarını belirttiği açıklamasına sanki misilleme yaparcasına, Rusya ile stratejik ortak olduklarını söyledi. Bunu söylerken, işgalin hala sürmesine destek veren ülkenin Rusya olduğunu görmezden mi geldi acaba?

Rusya Devlet Başkanı Medvedev'in daveti üzerine Rusya'ya giden Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev, Moskova'da Azeri doğalgazının Gazprom'a satışının görüşüldüğü görüşmelerin ardından Rusya ve Azerbaycan arasındaki ticari ilişkilerin geliştiğini söylerken, Rusya’nın Ermenistan ile ortak savunma anlaşması olduğunu nedense aklına getiremiyor. İlham Aliyev Azerbaycan ve Rusya arasındaki ticaret hacminin bu yıl 3 milyar dolara yükseleceğini söylerken herhalde “ Duygusal “ davranıyordu.

Rusya'nın, Azerbaycan için stratejik ortak olduğunu söyleyen Aliyev, "Rusya, Azerbaycan'ın komşusu, dostu aynı zamanda stratejik ortağıdır. Biz de ilişkilerimizi bu yönde geliştireceğiz. Karşılıklı münasebetler çok iyi gelişiyor" derken, Ermenistan'da bulunan Rus askerî üslerindeki silahların Türkiye ve Azerbaycan’a karşı konuşlanmış durumda olduğunu herhalde göremiyor.

Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırın açılması ihtimalinden rahatsız olan Azerbaycan halkı, Devlet Başkanları olan Aliyev'in, kasabın bıçağını yalamasını hazmedebiliyor mu?

Demek ki bundan böyle, Rusya Kafkasya bölgesinde gücünü arttıracak, diğer yandan Karabağ konusunda Rusya bir taşla iki kuş vuracak. Ne yazık ki, Türkiye'nin bağımlı tutumu da Azerbaycan’ı Rusya ile birlik olmaya itecek.

Azerbaycanlı liderler Rusya ile "stratejik ortak" olduklarını düşünüyorlarsa, BOP’un öz kardeşi BKP (Büyük Kafkasya Projesi) ne eş başkanı olmaya karar vermişler demektir.

İşte emperyalizm böyle bir şey, kimin tarağı kimin cebine girmiş belli değil. Atatürk niçin savaşmış ve niçin çok büyük şimdi herhalde açıkça anlaşılıyor.

Necmi ÖZNEY

22 Mart 2009 Pazar

YOL AYNİ YORDAM AYNİ

Amerikan başkanları tarihine bakıldığında, yeni seçilen başkanların, ABD Dış Politikasında fazla bir değişiklik yapmadığını, yapamadığını görürsünüz. Gelen yeni başkan, önünde bulduğu politikayı izlemeyi sürdürmüştür.

Ancak yukarıdaki paragraftan, hiçbir değişiklik olmadan, politikaların aynen sürdürüldüğü anlamı da çıkarılmamalıdır. Clinton ile Bush arasındaki davranış farkını hatırlarsak, yolun ayni ama davranışların değişik olduğunu görebiliriz.

ABD’nin şu andaki mevcut askeri hareketliliğinin aynen devam edeceği ve bunların daha da ileri noktalara götürüleceğini söylemek kehanet değildir. Obama’nın da, süren askeri harekâtlara devam kararları alması ve bu kararlarda beklenenin aksine sert ve daha da radikal olması, en geçerli ihtimal olarak görülebilmelidir.

ABD’de Başkan kim olursa olsun, Amerikan’ın bu askeri tutumu aynen devam edecektir. Bunun tam aksi, ABD’nin uluslararası kamuoyu önünde itibar kaybına ve ekonomik olarak, daha da zayıflamasına neden olur.

Görünen o ki, ABD, askeri hareketlerini neredeyse tüm dünyaya yaymış olmasına ve bunların ağır ekonomik yükü altında ezilmesine rağmen, politik ve özellikle ekonomik durum nedeni ile askeri harekâtlarını sürdürecek ve askeri müdahalelere devam edecektir. ABD’nin kuruluşundan bu yana, Amerikan ordusunun, Amerikan varlığı için yüklendiği göreve bakılırsa, başka bir şekilde düşünmek çok güç. Çünkü ABD, asker ve silahlı kuvvetler üzerinden yürüyen ve ülke olarak morali bu şekilde beslenen bir yapıya sahiptir.

Söylenebilecek olan, Obama’nın sürpriz yapmaya çok açık olduğudur. Ancak bunu söylerken, bunun mevcut ve devam eden ABD politikalarından vazgeçerek yeni yaklaşımlar sergileyeceği anlamını çıkarmayın. Bush’un bıraktığı noktadan, Bush’un gittiği yolun 180 derece tersine gitse bile, malum dünya yuvarlaktır, yine aynı noktaya gelecektir.

Obama, Irak ve Afganistan’da yaşanan sıkıntıları aşmak, Karadeniz’e bir an evvel girmek, Kafkasya ve Orta Asya’da yerleşmek buralarda Amerikan varlığını sağlamlaştırmak için çalışacaktır. Obama’nın bu konularda, barışçı değil, saldırgan olabileceği asla zayıf bir ihtimal değildir.

Obama’yı bunun için iyi anlamak gerekiyor. Çünkü Obama, Amerikan halkı tarafından ekonomik bir kurtuluş olarak görülmektedir. Yoktan var etmekte Allah’a mahsus olduğuna göre, Amerika’yı kurtarabilecek para kaynağının nerelerden bulunabileceğini varın siz düşünün.

ABD’nin yaşadığı bu ekonomik krizden dünyayı savaşa boğarak mı, yoksa içine kapanarak mı çıkmaya çalışacağı, yalnızca Başkan Obama’nın seçilmesi ile ilgili bir konu değildir. Bu, ABD’ye rakip olan devletlere bağlı olduğu gibi, yapay terörist saldırılar ile çıkartılacak olaylara da bağlıdır. Kısaca ABD’nin içine kapanması, küresel rakipleri karşısında yenilgiyi kabul etmesi anlamına gelecektir ki, Amerika’nın bunu kabul etmesi imkânsızdır.

Obama için, içine kapanmanın asla söz konusu olmayacağı kesindir. Dozu devamlı artacak ve önceden belirlenmiş sert politikalar uygulayacak ve ABD’ye eski gücünü kazandırmaya çalışacaktır. Obama’nın politik yaşamının, dış politikada saldırgan olarak davranmasına bağlı olabileceği de ihtimal dâhilindedir.

ABD kendi içine asla kapanmayacaktır. Çünkü bu, ekonomik ve politik çöküşün ABD tarafından kabulü ve ilanı demektir. Fakat ABD için bir çöküş sürecine girildiği de açık bir gerçektir. Obama, halkın bu çöküşte bir ümit olarak gördüğü tek kişidir ve eski güçlü günleri özleyenlerin desteğine ve isteğine kulak vermesi gerekecektir. Bunun içinde, bugünkü davranışları da aşacak bir Amerikan saldırganlığına tüm dünyanın hazırlıklı olması gerekir.

Necmi ÖZNEY

8 Mart 2009 Pazar

FRİEDMAN’IN BEN DE Kİ ETKİLERİ

George Friedman, Önümüzdeki otuz yıl için, sanki üzerine vazifeymiş gibi Türkiye ve bölge üzerine stratejik yorumlar yapıyor.

Türkiye gücünü artırmaya başlamış ve 2040 yılına kadar eski Osmanlı toprakları üzerinde yeniden hâkimiyet kuracakmış. Türkiye'nin tekrardan imparatorluk kuracağını öngören bu adamcağız, ABD Savunma Bakanlığı'na yakınlığı ile de tanınıyorsa fikirlerine çok temkinli ve çok tedbirli yaklaşmak lazımdır.

Fakat ben bunu stratejik öngörü veya doğru kurulan ve bu adamın kafasından çıkan bir yorum olarak algılamıyorum. Biraz aç bu konuyu, kurulacak bu hâkimiyetin yapısını anlat bakalım dediğimiz zaman anlatacakları, emperyalistçe planlanmış ABD politikası senaryosu olduğunu ortaya çıkartacaktır.

Evet, gelecekte Türkiye bölgede değil, tüm dünyada süper güç olarak, yalnızca eski Osmanlı toprakları üzerinde değil bütün dünyada söz sahibi olacaktır.

Şimdi, gelelim böyle kocaman bir lafı, büyük bir özgüvenle ve büyük bir inançla nasıl söylediğime.

Türkiye'nin iki güzel özelliği var. Orasından burasından budanmaya, yok edilmeye çalışılmış, fakat ne yapılırsa yapılsın, halkın gönlünde daha da güçlü olarak yeşermiş Atatürk bağlılığı, gücünü Atasından ve milletinden almış kahraman ordusu. İşte inanç ve güvenimin dayandığı sağlam temeller. Friedman herhalde bunu görebilecek yeteneğe sahiptir.

Türkiye'nin önündeki engel dış tehditler değildir. Türkiye'nin önündeki en büyük engeller iç sorunlardır, demiş Friedman. Söyledikleri harfiyen doğrudur. Bakın politikacılara neler döndüğünü anlarsınız. Türkiye’nin başına gelen bütün kötü olayların içinde işbirlikçi politikacı parmağı ve o parmağı kullanan bir ABD eli olmadığını söyleyebilir misiniz?

Hayır, biz eski Osmanlı toprağına hâkim olup, valiler atamayacağız. Türkiye olarak Osmanlı'nın eski topraklarına sizin anladığınız şekilde yeniden hükmetmeyeceğiz. Onlara sadece ve sadece Atatürk’ü anlatacağız. İnsanlığı ve doğru inançları anlatacağız.

Örnek olarak; Arap dünyası, askeri ve insani inanç açısından çok zayıf kalmıştır. Arap şeyhlerinin temel sorunu, kendilerini destekleyerek yönlendirecek olan dış gücün kim olacağı değildir. Kendi halklarını boyunduruk altında tutmak için, kimin kendileri için daha faydalı olabileceğidir. Kralların yönettiği Arap ülkelerinde Kemalizm paraleli fikirlerin yeşereceğini ve yeşerdiğini düşünebiliyor musunuz?

Avrupa Birliği'nin, ABD’nin çöküş sürecine girdiğini ben seneler önce yazıyordum zaten. Türkiye'nin Avrupa Birliği süreci, Türk halkına, iç politika gereği azar azar verilen bir afyondu. Bizim Avrupa Birliği'ne ihtiyacımız yok. Bizi birlik içine alma fikirleri hiç mi hiç yok. Onun için, Avrupa Birliği bize uyum sağlamaya çalışsın. Tesirini silmeye çalıştıkları Atatürk’ü onlara da sabırla anlatarak insanlığı öğrenmeleri ve doğruyu görmelerini sağlayabiliriz.

Aklın yolu birdir. İnsanlık için her çağda doğru olan önemli bir ilke Büyük Atatürk tarafından üzerine basa basa söylenmiştir. Yurtta sulh cihanda sulh.

Necmi Özney

8 Şubat 2009 Pazar

DÜNYA BARIŞI ÖNÜNDEKİ TEHLİKE

Birinci Dünya Savaşı’nın genel sonuçları, kapatılamayan hesaplar sebebi ile İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcını da hazırlamış oldu. Ancak bu savaş da sorunları çözememiş, gizli emeller beslenen bölgelerde ve genelde Ortadoğu’da yeni sorunlar yeni düşmanlıklar yaratmıştır.

ABD, İkinci Dünya Savaşı sonunda dünyanın hâkim bir gücü, SSCB ise diğer hâkim gücü olarak, kendi çıkarları doğrultusunda dünyayı şekillendirmeye çalışmışlardır.

ABD, Sovyet tehdidine ve komünizm tehlikesine karşı dünyanın güvenliğini, NATO gibi kuruluşlarla sağlar gibi görünerek Avrupa’da ve dünyada ABD çıkarlarını korumuş. SSCB ise Varşova Paktı ve COMECON gibi oluşumlarla kendi egemenlik alanını genişletmeye soyunmuştur. ABD ve SSCB’nin dünyaya hâkim olma isteği dünyanın çeşitli bölgelerinde ülkeleri, bölgesel çıkar, çatışma ve düşmanlık içine sokmuştur.

1960 lı yıllarda ki özgürlük ortamı, ABD’nin hoşuna gitmemiş, bundan ötürü 1970 ve 1980 li yıllarda küreselleşme senaryosunun hazırlanması, demokrasi, insan hakları ve piyasa ekonomisi hikâyeleri ile kurulacak yenidünya düzeni hazırlanmaya başlanmıştır.

Çeşitli yorumlara açık 11 Eylül olayı, ABD’nin dünyayı tek kutuplu olarak yönetme planını yürürlüğe koyma hesabını hemen uygulamaya sokmasına sebep olmuştur. İlk adımda Afganistan, daha sonra Irak ve Ortadoğu, zengin enerji kaynakları yüzünden demokrasi adı altında ABD terörünün merkezi haline gelmiştir.

ABD’nin Ortadoğu harekâtı, Irak, İran ve Suriye’yi kontrol etmek, bu ülkelerinin nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlanma çalışmalarını denetlemek, radikal İslam ile İslami terör tehdidini azaltmak gibi gösterilmeye çalışılsa da aslında enerji kaynakları ile nakil hatlarının kontrol ve güvenliğini sağlamak için olduğu açıkça ortadadır.

İsrail’in güvenliğini sağlamak için, İsrail’i tehdit edebilecek ülkeleri güçsüzleştirmek, ana plan olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin diğer bir parçasıdır.

Askerini çekse de, ABD artık Irak’a yerleşmiştir. Irak’ın toprak bütünlüğünü savunur görünürken, zaten çok hassas olan iç dengeleri bozulan Irak, ABD tarafından bir iç savaşa doğru hızla sürüklenmektedir. Yakın bir gelecekte Irak iç savaşı bütün vahşetiyle yaşanacak, etnik gruplar birbirini kırdıktan sonra, Amerika barışı tesis etme bahanesi ile tekrar geri dönecektir. Çünkü jeopolitik konumu, nüfusu, enerji kaynakları, gelenekli devlet yapısı ve politik kadrolarının deneyimi ile bölgede önemli güçlerden biri olan İran, rejiminin niteliği, nükleer kapasitesini geliştirme ve nükleer silah üretme programı nedeniyle ABD’nin hedefine girmiştir.

İran’ın ABD ve İsrail’in stratejileriyle ters düşmesi, İsrail ve ABD için müdahale edilemez bir durum yaratacak ve ciddi bir tehdit unsuru olacaktır. Ancak İran’ın etkisizleştirilmesi ABD’nin tek ve nihai hedefidir.

Tarih boyunca sıcaklığını koruyan ancak son otuz yıldır enerji kaynaklarıyla daha da ısınan Ortadoğu, bugün, İsrail’in Filistin’e saldırısıyla yeni bir şekillenmenin başlangıcındadır.

ABD, bölge devletlerinin bütünlüğünün, İsrail’in ve kendi çıkarlarının tersine olduğunu düşünüyor. Onun için kendisine potansiyel tehdit oluşturabilecek büyük ve güçlü devletler yerine, dini ya da etnik küçük devletlerin oluşturulması Evangelist siyonizmin kısaca BOP’un hedefidir.

ABD’nin Ortadoğu’daki amacı ise demokrasi, insan hakları, küreselleşme ve piyasa ekonomisi adı altında yeni politikalar ve küresel kölelik sistemine uyumlu yapı ve işbirlikçi yönetimler oluşturarak ülkeleri ve halkları istediği yeni sisteme alıştırmaktır.

ABD bu hesapları yaparken at gözlüğü ile yalnızca önünü görebiliyor. Kendi ülkesinde neler olabileceğinin farkında değil. Ekonomik krizi hala eski yöntemlerle başkalarının paralarını sömürerek kapatabileceğini düşünüyor. Kurtulması imkânsız bir durum içinde bulunduğunun kendiside farkında olmalı. İşte tehlikede burada, kendi göçerken tüm dünyayı ateşe verebileceğini düşünmek kimseye falcılık gibi gelmemelidir.

Necmi ÖZNEY

25 Ocak 2009 Pazar

BM GÜVENLİK KONSEYİ ÜYELİĞİNİN KAZANIMLARI OLMALIDIR

190’a yakın ülkenin içinde bulunduğu bir kuruluş olan BM Güvenlik konseyi geçici üyeliği, ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere’ye rağmen bir şeyler yapılabiliyorsa o zaman ciddi bir iş sayılabilir.

ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere, BM Güvenlik Konseyi’nin değişmeyen üyeleridir. Daimi üyelerden yalnızca birinin hayır dediği bir karar tasarısı, diğer bütün üyeler evet dese bile karar haline gelemez ve bağlayıcılık kazanamaz. Beş daimi üyenin veto yetkisi, onların birbirleri karşı olan politikaları ve belli bir mesele karşısındaki ulusal çıkarları düşünülürse, alınacak sonuç daha baştan görülebilir.

İsrail gibi ülkelerin katliam denebilecek yaptırımları sonunda dahi, uluslar arası politik ilişkileri ile kendilerini haklı çıkartmaları, BM Güvenlik Konseyi’nin taraflı politika bir izlediğinin kanıtıdır. BM Güvenlik Konseyi’nin itibar kaybetmesinin ve buradan sağlıklı bir karar çıkartılamamasının nedenlerden biri de budur.

Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi üyeliğine, Türk Amerikan ilişkileri ve ABD’nin Türkiye’nin bulunduğu bölgedeki düşünceleri doğrultusunda soru işaretiyle bakılmasında da yarar vardır.

Güvenlik Konseyi üyeliğinin iç politika malzemesi yapılarak kullanılmaması gerekir. Eğer ağırlıklı olarak kullanılırsa, Türkiye’de iç politikanın, dış politika ağırlıklı olarak yürütüldüğü yolundaki söylemlerde ispatlanacaktır. Çünkü bugün bütün dünyayı meşgul eden uluslararası sorunların önemli bir kısmı, ya Türkiye’ye komşu coğrafyalardadır ya da Türkiye’den müdahale edilebilecek ve kontrol edilebilecek yerlerdedir.

Türkiye olarak Güvenlik Konseyine taşımamız gereken en önemli konu, gücünü dışarıdan alan bölücü ve ayrılıkçı terör sorunudur. Dost ve müttefik zannettiğimiz, dostluk ilişkileri içinde olmamız gereken birçok ülkenin, Türkiye’nin ülke ve ulus bütünlüğünü hedef alan terör örgütüne destek verdiği bir gerçektir. BM Güvenlik Konseyi üyeliğinin özellikle bölücü ve ayrılıkçı terör sorununun çözümünde sonuç alınmasında bir fırsat olarak görülmesi gerekir. Türkiye, sırf kazanım olsun diye bu işe soyunmuş olmamalıdır. BM Güvenlik Konseyi üyeliğinin elle tutulur anlamda Türkiye’ye bir kazanç getirmesi, bu bağlamda en azından terörün dış desteğinin kesilmesinde, üyelik fırsatından yararlanılmalıdır.

Irak Türkmenlerinin, Batı Trakya Türklerinin, Ahıska Türklerinin, Güney Azerbaycan Türklerinin, Doğu Türkistan Türklerinin, Kırım Türklerinin, Gagavuz Türklerinin durumu, Türkiye tarafından BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine taşınmalıdır.

Ermeni işgali altındaki Azerbaycan topraklarının bu işgalden kurtarılması, Ermenilerin saldırgan ilan edilmesi, Hocalı’da yaptıklarının bir soykırım olduğuna dikkat çekilmesi ve tazminat ödemeleri, BM Güvenlik Konseyi üyesi Türkiye’nin güçlü olarak gündeme getirmesi gereken konulardır.

Rumların, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ve buradaki Türk halkını görmezden gelen tutumları, Yunanistan’ın, Ege’de Lozan anlaşması ve uluslar arası hukuk ile bağdaşmayan hareketleri, BM Güvenlik Konseyi üyeliğinden alınacak güçle, BM gündemine taşınmalı ve buradan ileride Türk diplomasisi tarafından kullanılabilecek savların ortaya çıkartılması sağlanmalıdır.

Türkiye, önündeki iki yılı en iyi şekilde değerlendirmek, bazı dış politika sorunlarını çözmek, bazı sorunları hafifletmek, konuları en azından genel kamuoyunu Türkiye lehine güçlendirmek zorundadır.

Yıllarca çözülememiş sorunların hepsinin, iki yıl içinde çözülmesi elbette beklenemez, ama üyeliğin en iyi şekilde değerlendirilmesi konusundaki çabaları da samimi eylemler olarak görmek hakkımızdır.

Bu konuda particilik yapmadan; üyeliğin, fiyasko, beceriksizlik, içi boş politikalar, boşa harcanmış zaman ve kaynak olarak, eleştirildiğini duymak istemiyoruz. Çünkü sonuçta kaybeden tüm Türkiye olur.

Necmi ÖZNEY

1 Ocak 2009 Perşembe

KÜRESEL SERMAYENİN TEKELLEŞME PLANI

Çin ve Hindistan gibi ülkelerin ABD kapitalizmini örnek alarak yaptıkları çılgınca üretim ve bu durum karşısında Batı’lı büyük sermaye sahibi, sayıları 100 ü aşmayan ailenin duyduğu tedirginlik küresel krizin tetikleyici unsurlarından biridir.

Her sermaye sahibi, yatırımını elbette kâr etmek için kullanır. Kâr edebilmenin ilk basamağı üretilen malın pazarlanması ve satılmasıdır. Çin’in kapitalist sisteme dâhil olması ve dünya’da üretilen her malın Çin’de de üretiliyor olması, Batı’nın bu konudaki hedefini ve ezberini bozmuştur. İmalat ve genel ihtiyaç planları alt üst olmuş, bu da yetmezmiş gibi pazarlama politikaları, insanların ihtiyaç duyduğu malların hangi firmalardan satın alacakları sorusu karşısında korku duyulmaya başlanmıştır.

ABD merkezli küresel krizin çıkış sırrı da buradan başlar. Beklediğimiz ve hedeflediğimiz satışlar gerçekleşmez ve bize bağımlı ülkeleri kaptırırsak ne yaparız?

Şirketler geleceğe dönük tahmin ve planlar yaparak ticari hayatını yönlendirir. Bina yapar veya kiralar, fabrikalar kurar, hammaddeler alır, işçi çalıştırır. Üreteceği malı meydana getirdikten sonra pazarlama aşamasına geçer. İşte Batı’lı firmalar için büyük risk de tam bu aşamada, Çin’in varlığı ile ortaya çıkmıştır.

Büyük savaş harcamaları ve bu beklenmedik mal satış zorluğu karşısında şiddetle daralan Amerikan ekonomisi ayakta duramamış, mortgage ayağından patlamıştır. Genel olarak bütün dünyada ekonomik motor vazifesi gören, inşaat yapım ve pazarlama sektörünün çöküşü diğer sektörleri de olumsuz yönde etkilemiş ve peşinden sürüklemiştir.

Sermayelerini kaybetme ve Amerikan dolarının hâkimiyetini kaybetme korkusu yaşayan ABD’li büyük sermaye sahipleri, hayali para doları korumak için, imalatı, hammadde alımını durdurmuş, işçilerini işten çıkartmış, dolaylı olarak, kendileri ile çalışan firmaları da batırmış, kendi öz sermayelerinin varlığını emniyet altına almışlardır. Kendilerine bağımlı yarı sömürge etki alanlarını kaybetme, ürettiği malları istedikleri fiyata satamama ve bu yüzden etki alanı ve para kaybetme, küresel sermayenin en büyük korkusudur.

Küresel sermaye ve bölgesel yandaşları için istikrar kelimesi büyük önem arz eder. Onlara göre İstikrar her şeyin kendi planlarına paralel olması, böylece soyulacak ülkede ürettikleri mallara bağımlılık yaratılması, mallarının kârlı olarak satılması ve kendilerine bağımlı devletler yaratılabilmesi demektir.

Kapitalizmin serbest piyasa ekonomisi yapılanmasında, istikrar kolay kolay elde edilecek bir olgu değildir. Çıkarları farklı olan ve biri diğeri ile sürekli rekabet halinde olan küresel firmaların çoğunun stratejik planlarının lehlerine gerçekleşmesi imkân haricidir. Emperyalist düşünceli sermayenin ikide birde kriz üretmesinin ve Irak savaşı gibi askeri saldırıların sebebi budur.

İflas eden şirketler, batan bankalar, paslanan fabrikalar, depolarda bozulan mallar ve işsiz, aşsız insanlar; Sonuç olarak, ekonomik bunalım işsizliği, işsizlik de yoksulluğu yaratır. Sermaye ve zenginlik kendi sermayesini emniyet altında almış belirli kişilerin elinde toplanır, dünyada yoksul sayısı artar.

Bunun sonucu olarak dünya genelinde sosyal gerginlik artar ve karmaşa ortamı meydana gelir. İşte BOP’u planlayan, kendilerini hâkim sınıf olarak gören emperyalistlerin istediği ortam, işte böyle bir ortamdır.

Kapitalist sistemin, buna bağlı olarak gelişen serbest piyasa ekonomisinin tuzağı olan özelleştirmelerin çok iyi incelenmesi ve takip altında tutulması gerekir.

Necmi ÖZNEY

21 Aralık 2008 Pazar

KRİZ İÇİNDE KRİZ, İŞSİZLİK

Türkiye’de ki krizin teğet değil, aslında kiriş geçiş olduğunu apaçık bir şekilde görmeye başladık. Artık bize bir şey olmaz zihniyetini bir kenara bırakmalıyız, çünkü bize de bir şeyler olur. Görünen o ki, bu kriz hafif geçmeyecek. Piyasalar 2009’un ilk yarısında daha da daralacak ve buna bağlı olarak ekonomi küçülecek.

Uygun tedbirler zamanında alınmadığı için bütçe açığı artacaktır. Türkiye’nin borcu büyüyecektir. Bu durumda döviz kuru daha da hızlı artar ve dolayısıyla enflasyon yükselir. Oy kaygısına düşüp bazı tedbirler (yeni bir ekonomik deyimle) teğet geçilirse ekonomideki kriz daha da derinleşecektir.

Geçmiş hükümetleri bir kenara bırakırsak, Türkiye’nin ekonomisini son altı yıldır zaten IMF idare ediyor. Türkiye ekonomisinin 2009 yılı içinde, acil olarak 60 milyar dolara ihtiyacı var, bunun yüzde kırkı IMF’den bekleniyor. Kalan yüzde almışlık kısmının ise diğer ülkelerden temini düşünülüyor ama IMF’nin kucağına oturmadan da bu parayı kimseden sağlamak mümkün değil.

Kendi iç krizinin, Türkiye’yi ağır etkileyeceği 2005 yılından beri, önceden belliydi. Türkiye ekonomisi, zaten düşük büyüme sürecine girmiş, işsizlik artmaya başlamıştı. Türkiye’nin içine girdiği bu krizde suçlayacak kimseyi aramayın, bütün kabahat küresel krizde. Türkiye’de trafik kazaları bile trafik canavarı tarafından yapılır bu ülkede, bu da onun gibi bir şeydir, küresel kriz canavarıdır krizin sebebi.

Küresel krizi iç siyaset yüzünden hafife almakla büyük hata edildi. Önlemler almakta çok gecikildi. Bu yüzden, 2009 da ekonomi daha da daralacaktır. Bu da, Türkiye ekonomisinin durgunluğa girmesi demektir.

ABD ve AB’de enflasyon tehdidi yok, durgunluk tehlikesi var. Türkiye’de ise enflasyonun daha da artma tehlikesi var. ABD ve AB yüksek bütçe açıklarına karşı koyabilirler ama enflasyon oranı şimdiden yüzde 11 olan Türkiye bütçe açıklarına karşı koyamaz. İlk önce enflasyon tehlikesinin bertaraf edilmesi lazım, edilemezse Türkiye 20–25 sene evveline geri dönebilir.

Kriz dönemlerinde işsizlik sorunu çözülemez. İşsizlik daha da artar ve artmaya devam eder. Önlem alınamazsa Türkiye’nin işsizlik sorunu 2009 yılında patlar.

Türkiye’de tarım dışında ki işgücü her yıl 500 binin üzerinde artıyor. Bunları istihdam edebilmek için Türkiye’nin her yıl yüzde 6 büyümesi lazım. 2009’un yüzde 1 – 2 civarında pozitif bir büyüme olsa dahi, işsizlik yine artacaktır. Eğer hata yapılırsa ekonomi eksi iki küçülür ve işsiz sayısına bir milyon kişi daha eklenir.

Zaman Türkiye’nin aleyhine işliyor. Çünkü bu kafayla Türkiye büyüyemeyecek. Birkaç yıl sürecek olan istikrarsızlık ve çalkantıdan sonra, Türkiye bir yol ayırımına sürüklenmek istenecektir.

Dünya ekonomilerine bir ABD tuzağı olan bu küresel kriz yüzünden, Batı ekonomilerinde de kolay kolay düzelme olamayacaktır. Yüksek büyüme oranları, AB ülkeleri içinde artık çok zor.

Necmi ÖZNEY

15 Aralık 2008 Pazartesi

AMERİKA’NIN ŞÜKRAN GÜNÜ VE AMERİKAN GENİ

Amerika’da kasım ayı içinde, şükran günü adı altında çeşitli kutlamalar yapılır. Şükran günü, 1621 yılında Amerika’nın asıl sahipleri olan Kızılderililerin, İngiliz göçmenleri, içine düştükleri açlık, kıtlık ve sefaletten kurtarmalarına dayanır. Fakat ne yazık ki kurtarılan bu İngilizler ve onların torunları kendilerini kurtaran Kızılderilileri öldürerek tarihin en büyük katliamını gerçekleştirirler. İşte bu Amerikalının barışçı genlerinden gelen bir davranış biçimidir.

Yukarıdaki bilgileri bir kenarda tutarak, Amerikan açgözlülüğünü de göz önüne alırsak ABD’de küçük çaplı bir kıtlığın varlığından bile söz edebiliriz.

Obama, böyle bir Amerikan geni olduğunun farkındadır ve haliyle zenginlerin vergi oranını arttırma programını erteleyecektir. Maazallah ekonomi biraz düzelmeye kalksa, zenginlerin akıbeti hakkında iç açıcı şeyler düşünemiyorum.

Obama iki yıldır, bütçe dengelenmesi, hükümet giderlerinin kısılması ve zenginlerden alınan vergi oranının arttırılmasından söz ederek buralara kadar geldi.

Obama'nın ekonomiyi canlandırmak için verdiği sözlerin gerçekleşmesi için çok büyük bir paraya ihtiyacı var. Bu para da ancak vergiler veya hükümetin iç ve dış borçlanması ile karşılanabilir. Ama bu davranış, ekonomik değişimleri gerçekleştirmek isteyen Obama ve hükümetini kısıtlar. Bu durum ise Amerikan halkı arasında hoşnutsuzluk ve huzursuzluğun artmasına sebep olacaktır.

Amerikan ticaret bakanlığı, Kasım ayında enflasyonu negatif olarak açıkladı. Kısaca söylemek gerekirse, Amerika tehlikeli bir ekonomik durum olan, negatif enflasyon ile karşı karşıya bulunmaktadır.

Üretim ve hizmet sektöründe fiyatlar düşerken, birçok şirket iflas edecek. Bir taraftan şirketlerin geliri düşerken, diğer taraftan halk işsiz kalacak ve bu yüzden refah yok olacaktır.

Sermaye sahipleri, yatırım yapmak yerine birikimlerini korumaya çalışacaklardır, bu da Amerika’da üretimin uzun süre duracağını gösterir. İşçilerin topluca işten çıkartılması ve işsizlik oranının artması, durağan ekonominin vereceği ilk kötü sonuç olacaktır. Amerika’daki negatif enflasyonun etkileri, Diğer ülkelerden kat ve kat daha korkunç bir yıkım doğuracaktır.

Amerika’daki mali krizin sadece konut piyasası ve mortgage konusunda faaliyet gösteren mali kuruluşlar ve bankalarla sınırlı olduğu söyleniyordu. Fakat Washington'un dünyanın en büyük bankasına yardım ettiği haberinin yayılması, ülkedeki mali krizin korkunç boyutları ve bankaların kötü durumunu gözler önüne seriverdi.

Gates'in savunma bakanı olarak görevine devam etmesini isteniyor. Bunu isteyenlere göre, savaş döneminde ordu genel komutanının değişmemesi gerektiğini düşünmeleridir. Amerika ordusunun en üst düzey sivil yetkilisinin aynı göreve devam ettirilmek istenmesi ABD’nin huyunun değişmediğini gösteriyor.

Irak savaşı Gates gibilerin onayı ile başladı ve hala devam ediyor. Bu durum, Amerikan halkı içindeki savaş karşıtı ve liberal kişilerin kızgınlığına neden olacaktır.

Amerika’nın 16 güvenlik ve istihbarat kurumundan oluşan istihbarat birliği tarafından yayınlanan bir rapor çok önemli.

Rapor, Amerika'da devletçikler fikrinin oluşmak üzere olduğunu bildiriyor. Bu da Obama'nın çok zor bir yolun başında olduğu anlamına geliyor. Rapora göre Amerika 2025 yılı civarında gücünü kaybedecektir. Çin, Rusya, Brezilya ve Hindistan gibi yeni güçlerin hızla oluşması, Amerika'nın uluslararası konumunun iyice zayıflayacağının somut bir göstergesidir.

2025 yılı civarı, uluslararası ticarette temel para birimi olan doların yok olacağı hakikati ortadadır. Zaten Amero planı da doları yok etme planı değil mi?

Dünya çapındaki gelişmeler açısından da enerji ve su konusundaki bölgesel ve uluslararası savaşların şiddetleneceğini, terörizmin daha da tırmanacağını söylemek falcılık sayılmaz. Zaten Amero planı da doları yok etme planı değil mi?

Bundan sonraki 10–15 yıl süresince dünya çapında yaşanacak olan anarşi ve savaşların temeli, Amerikan hükümetinin kötü politikalarında ve hatalarında aranmalıdır.

Türkçeye adapte edersek, Hüseyin Burak Obama Amerika’nın Gorbaçov’u olacaktır. Kahvemi keyifle yudumlarken ona başarılar diliyorum.

Necmi ÖZNEY

3 Aralık 2008 Çarşamba

KÜRESELLEŞELİM KRİZE GİRELİM GÜZELLEŞELİM ABİ

Dünya ekonomisinin içine girmiş olduğu küresel krizin, 2005 yılı başlarından beri davul çala çala gelişini anlayamayan ve ülkesel çapta tedbir almayan yöneticiler, kendi ülkelerindeki krizin vereceği zararlardan doğrudan sorumludurlar.

Küreselleşme adı altında yaratılan yeni sömürü düzeninin ABD tarafından ne şekilde kullanıldığının adam gibi bir analizi yapılabilseydi gerekli tedbirlerinde zamanında alınabilmesi mümkündü. Türkiye ve diğer ülkelerin piyasalarını etkileyen Amerikan yatırım fonlarının yakın takibe alınması bile doğru tedbirlerin alınması için yeterliydi.

Petrolün varili 150 dolara dayandığı zaman, ABD devşirmesi bir grup medya ve zevatın, ortamı sömürüye hazırlamak için, petrolün varilinin 200 dolara çıkacağını söylemesinin ve bir süre sonra petrolün varil fiyatının yarıya inmesinin sebeplerini araştırınız bakın altından hangi amcalar çıkacak.

Büyük dış borcu olan ve aslında milliliği bile şüpheli olan sermaye sahiplerimiz, küresel kriz tetikçiliği yapmaktayken, tren raydan çıkıp vagonlar yan yatmca, yol göstermeye soyundular.

Bir kısım sözüm ona bu işleri bilenler, doların düşük tutulmasını büyük başarı gibi göstermeye çalışırlarken, aslında yerli üretimin mahvolmasına, ithalatın daha da artmasına yol açacağının fakında değiller miydi? Bunları şu an takip ederseniz, tek çabalarının, ihanetlerini örtmeye çalışmak olduğunu görürsünüz.

Küresel kriz adı altında, ABD çıkarlarına kullanılacak, çok üçkâğıtlar dönecek bir senaryo ile karşı karşıyayız. Bu oyundan işinizi muhafaza ederek, birikimlerinizi koruyarak çıkabilmek yalnızca kendi şahsi başarınız sayılacaktır. Çünkü kimsenin ekonomiyi kurtarma gibi bir derdi yok.

Küresel emperyalizmin büyük kitleleri yönetme isteği ve açgözlülüğü, ekonomiyi bu girdaba sürüklemiştir. Bu ekonomik ve finansal girdabın oluşması için havuzun tapası, Batı ve bilhassa ABD tarafından çekilmiştir.

19. Asrın başlarından beri dünyayı sömüren ABD ve İngiltere’nin (Haklarını yememek lazım), dünyayı kendi emperyalist istekleri doğrultusunda döndürmeleri, ekonomik ve psikolojik savaş konusunda ustalıklarını ortaya çıkarmıştır.

Bu savaşa karşı milli bir duruşla karşı koymak gerekirken tam tersi yapılmakta ve hayali pembe tablolar çizilmektedir.

Ülkemizde, kültürlü, tarih bilgisi sağlam, ekonomiden anlayan, kötü gidişatı gören, çizilen pembe tablolara inanmayan ve yurdunu seven insanlar vardır. Bu kişilerin kamuoyunu aydınlatması, söylenen yalanları ortaya çıkartması ve halkı uyandırması lazımdır.

Krizin merkez çıkış noktası; ABD’nin, Euro’nun güçlenmesi karşısında düştüğü panik sonucu, dünya ekonomisini değil, kendi dolarını kurtarmaya çalışmasıdır. Bu da başka ülkeleri ütmeden mümkün değildir. Önümüz kurban bayramı. Kurban keseceğiz derken kurban biz olmayalım da. Zaten ölmüşüz ölebileceğimiz kadar.

Necmi ÖZNEY

23 Kasım 2008 Pazar

ABD’NİN ELİNE AYAĞINA DOLAŞAN POLİTİKALARI

Amerika Birleşik Devletleri’nin 11 Eylül’den beri yürüttüğü küresel siyasetin ne kadar başarısız olduğunu anlamak için, 2001 de planladığı olaylar ile günümüzde geldiği nokta arasındaki farka bakmak yeterlidir.

ABD’nin sözde 11 Eylül saldırılarına karşılık, planlı, sağduyulu ve mantıklı bir politika uygulayarak dünya halklarını daha kolay elde etmesi sağlanabilirdi.

11 Eylül senaryosu ile gerçekleştirilen korkunç saldırının ülke içinde yarattığı kızgınlığı bekleyen Bush yönetimi, planladığı şekilde hemen harekete geçti. ABD her ne kadar hukuk tanımayan saldırgan tavrına, teröre karşı demokrasi savaşı havası vermeye çalışsa da, bu davranışın emperyalizmin, daha doğrusu Amerika’nın yenidünya düzeni kurma çalışmalarına dönüştüğünü saklayamadı.

Bush’un 2002 yılındaki bir konuşmasında, Afganistan'dan sonra, savaşın Irak, İran ve Kuzey Kore’yi de içine alacak şekilde genişletileceğinden bahsettiği hatırlanırsa. Yapacağı saldırıların kılıfı olarak, Amerika’ya karşı yapılacak muhtemel saldırılara karşı ilk hareket hakkı yalanı olarak bulundu. Amerika uluslararası ilişkilerde, ya bizimlesiniz ya da bize düşman politikası kullandı.

ABD, kendini beğenmişliğin dev aynasında, savaşın ilk günlerinde, Afganistan ve Irak işgallerini bir zafer olarak görmeye ve kendini bir halt zannetmeye başladı. Afganistan’ı Amerika yanlısı bir devlete dönüştürmeyi ve bu şekilde Hint Okyanusu’na akacak petrolün denetimini kendi lehine kullanmayı planladı. Bu plan, bölgede ABD nüfuzunun artmasını sağlayarak, Rusya ve Çin’in bölgedeki nüfuzunu yok etmeyi amaçlıyordu.

ABD’nin Ortadoğu, Kafkaslar, Orta Asya ve Türkiye üzerindeki amacı, serbest piyasa ekonomisi, özelleştirme ve küreselleşme kılıflı oyunlarla, bu bölge içindeki devletleri dışa bağımlı hale getirmektir. Devlet varlıkları haraç mezat özelleştirilirken, ABD bu özelleştirme işlerinde İsrail ile ilişkili şirketlerin öncelikli olmasını sağlamaya çalıştı. Dikkat edilirse, özelleştirmeler, milli çıkar gözetmeden, ciddi ekonomik düzenlemeler olmadan yapılmıştır.

Diğer bir emperyalist çökertme planı ise, memurun, işçinin, çiftçinin, genel olarak halkın, şimdiye kadar kazanmış olduğu sosyal haklarının budanarak yaşamlarını zorlaştırmak, sosyal haklarda kullanılacak paraların fonlanarak bir şekilde küresel sermayeye aktarımını sağlamaktır.

Irak’ta bir milyona yakın sivil hayatını kaybetti. Beş milyon kadar Iraklı yurtlarını terk ederek mülteci durumuna düşürüldü. Bu durum sonucu ise, ilerleyen yıllarda ortaya ABD aleyhine atılmış düşmanlık tohumlarının kök salmasını ortaya çıkaracaktır. ABD yönetiminin Irak’tan geri çekilme söylemleri inanılmaması gereken bir durumdur.

Bush yönetimi terörizmi ezeceğim derken kendisi terörist oldu. Milyonlarca masum insan, Amerikan devlet terörü ile öldürüldü, hapse atıldı, pek çoğu işkenceye ve insanlık dışı muamelelere maruz kaldı.

Bütün bunların savaş suçu sayılması gerekiyor. Batı’da, İnsanlık adına savcılık yapacak, insani değerlerini yitirmemiş bir kişinin çıkmaması bana çok anlamlı geliyor. ABD’nin devlet ideolojisine yerleşmiş bulunan dünyayı kontrol etme ve savaş isteği, Obama değil, hazreti İsa gelse bile değişmeyecektir. Anlayacağınız, ABD Dünya’ya aynı fotoğrafın negatifini gösteriyor.

Necmi ÖZNEY

17 Kasım 2008 Pazartesi

EKONOMİ ZURNASININ ZIRT DELİĞİ

Küresel krizin ABD ve AB ülkelerine ne kadar zarar verdiği rakamsal olarak bilinemiyormuş.

Bu, Amerika ve Avrupa’nın, istediklerini elde edemez ve düşündükleri sömürüyü gerçekleştiremezlerse, “Dünya genelinin ekonomik durumunu tekrar altüst edebilir ve dengeleri tekrar bozarak istikrarsızlığa sürükleyebiliriz.” demektir.

Uluslararası sermaye, sürekli bir biçimde, etki alanını genişletmek etki gücünü arttırmak istediği için, ülke ekonomileri, yapay olarak küresel sermayenin lehine bozuluyor. Uluslararası sermayenin denetimindeki dünya ekonomisinin, ülkeler bazındaki meydana çıkardığı yıkımların çözümleri, IMF ve yerli işbirlikçiler eliyle daha da çıkmaza sokuluyor. Küresel emperyalizmin kurucusu, ABD ve AB sermayelerinin bu şekilde ki davranışlarına artık dur demenin zamanı gelmiştir.

Küresel sömürünün varmak istediği noktaya gidememesi için, sömürülmeye çalışılan devletler bölgesel güçler oluşturmalı ve ulus devletler kendi aralarında birlikler kurarak sömürü amaçlı ekonomik ve politik darbelere karşı koymaya çalışmalıdırlar. Küresel ahtapotun kolu olan IMF tarafından devreye sokulacak senaryo bugünkü bozuk dü­zeni daha da bozacak ve Küresel sermaye daha da azgınlaşacaktır.

Türkiye, küresel sermayenin dayatacağı yeni isteklerle uluslararası şirketlerin tam denetimine sokulmak istenmektedir. Bunun sonucunda ekonomik dur­gunluk artacak, borçlar taşınmaz nok­taya varacak, gelir dağılımı daha da bozulacak ve başta hangi hükümet olursa olsun ekonomik müdahale yapamayacak duruma gelecektir.

Ekonomik güçlükler, zaten can çekişen, bir şeyler üretmeye çalışan yerli sermayenin piyasadan çekilmesine neden olacaktır. Böyle bir durum ise ekonomik ve toplumsal sorunlar yaratacaktır.

Türkiye’nin geri kalmış bölgelerinin sanayi, Altyapı ve tarım gibi sektörlerinin yatırımsız kalması, düşük gelirli vatandaşlara yönelik mal ve hizmet üretiminin de sınırlanması demektir. Sonuç olarak, uluslar­arası şirketlerin küresel hesaplarına uygun bir tüketim yapısı or­taya çıkar ki, bu da ülkeyi yıkıma götürür.

Ülke içindeki yabancı sermayenin egemenliği arttıkça, üretime katılmayan, yüksek faiz kazancı peşinde koşan sermaye giriş çıkışlarının miktarı büyüdükçe, Türkiye bunları dengeleyebilmek için elinde daha çok rezerv tutmak zorunda kalacak ve bunun sonucunda iç ve dış borçları artacaktır.

Türkiye’den dışarı transfer edilen faiz ve kâr toplamı daha da büyüyecektir. Ser­maye birikimine kaynak olması ve Türkiye içinde kalması gereken kazanç ülke dışına çıkacağından, yerli sermaye daha da kötü duruma düşecektir. Bu da, Türk halkının kazancının yalnızca yoğun emek geli­rinden kaynaklanır hale gelmesi, çok az kalacak yerli sermayeyi kârlı tutabilmek için ücretlerin baskı altına alınması, halkın sosyal haklarının giderek yok edilmesine kadar varacaktır. Sermaye geliri olmayan, düşük ücretin oluşturduğu emek gelirine mahkûm bir devlet üçüncü dünya ülkesi olarak nitelenir.

Uluslar­arası sermayeyle işbirliği yapan belli bazı yerli sermayenin zenginleşme­si gelir dağılımını daha da bozacaktır. Uluslararası şirketlerin egemenliğine girmiş yer­li yabancı karışımı bir sermayenin daha da kârlı olmasına hizmet eden bir dev­letin ülke içi barışı koruması zor olacaktır.

Gözünü para hırsı bürümüş belli bir kesimin bunu devam ettirebilmesi uğruna, ortak çıkarların, ortak değer­lerin, ortak tarihin tahrif edilmesi ibretle izlenmelidir. Halkın eğitimini ve refahını yükseltemeyen, hukuk devleti kurallarına saygı göstermeyen bir idarenin, ekonomik ve politik olarak, gücü yok demektir.

Büyük Ata’nın, ekonomik bağımsızlık yoksa ulusal bağımsızlıkta yok demektir sözünü daima hatırlamalı ve ulusal stratejimizi O’nun fikirleri üzerine kurmalıyız.

Necmi ÖZNEY

4 Kasım 2008 Salı

İNSANIN İNSANLA OYNAMASI

Politika, kapalı kapılar ardında, halkın bilgisinden uzak yapılamaz. Böyle yapan politikacı ne kadar samimi olursa olsun, adının kirlenmesini göze almak zorundadır.

Samimiyet olmadan siyaset yapmak ne kadar hatalı ise, uzak durmaya çalışmak da, sahibi olduğumuz söz hakkımızı yok edecek bir hatadır.

Biz, politika ile etkin bir şekilde uğraşmazsak, politika ve politikacı bizimle uğraşmaya başlar. Politik düşüncemiz, kendimize karşı göstermemiz gereken saygının da bir parçasıdır. İnsan'ın insanla oynaması demek olan politika adlı oyunda, istesek de istemesek de bir rol sahibi olmak zorundayız.

Birey olarak politikada etkin bir rol üstlenmeye mecburuz. Bu etkin rol, bizim aktif bir politikacı olmamız demek değildir. Sesimizi duyurmak için en gerekli yollardan bir tanesidir.

Yapılan işler üzerine düşünmek ve araştırmak, diğer bireylerin fikirlerini öğrenmek, kendi düşüncelerimizi anlatmak, doğru düşünceleri savunmak ve yanlış bulduklarımızı tenkit etmek, düşünce, ifade ve örgütlenme haklarımızı korumamız gerekir. Aydın bir vatandaşın yapabileceği en iyi politika, yapılan icraatın temiz ve kirli taraflarını ortaya çıkarmak, bu konularda fikir geliştirmek, düşüncelerini objektif olarak açıklamaktır.

İnsanın kendi hakkında hüküm vermesi için kendi vicdanı yeterlidir. Hayat kitabımızın zırva ile değil okunmaya değer olmasını istiyorsak, zamanımızı boşa harcamamalı, kendi çapımızda yurdumuz için faydalı bir şeyler yapmalıyız. Örgütlenmeliyiz, çünkü politikacıya fert olarak dert anlatmak abesle iştigal ile eşdeğerdir.

Kendi kurtarıcımız kendimiz olmalıyız. Uyanmalı, haklarımızın, bilincine varmalıyız. Gücümüzü keşfetmeliyiz. Kendi kendimizi yeniden yaratmalıyız. Biz, halk olarak çok güçlüyüz ama gücümüzün farkında değiliz çünkü baskı altındayız. Gücümüzü keşfeder ve onu harekete geçirebilirsek, kendilerini halkın üstünde görenlerin, halka rağmen politika yapanların bütün forsu bitecek, gücümüz karşısında boyun eğecek ve bize karşı hesap verme görevlerini hatırlayacaklardır.

Halk'a söz verip de sözünün arkasında durmayanların, bugün başka, yarın başka konuşanların olduğu bu sahnede, daha pek çok Mustafa filmleri çekilir ve daha pek çok krizler bahane edilerek yandaşlara fırsat yaratılır kara paralar aklanır.

Necmi ÖZNEY

KÜRESEL KRİZİN ASIL SEBEBİ

Türkiye’de hükümetler genelde iktisadi olarak icraatlarının başarılı olduğunu göstermek için, ekonomik verilerin bazı değişkenlerini ya hesaplara dâhil etmez veya o veriler yokmuş gibi davranırlar. Matematik kurgular buna müsaittir. İşsizlik, cari açık, dış ticaret açığı, toplam dış ve iç borç rakamları görmemezlikten gelinirse o iktidarın kâğıt üzerindeki ekonomik başarısı, oldukça iyi demektir.

Dışarıdan yabancı sermaye kılığı ile gelen sıcak paralar ülkemiz üretimine bir katkı sağlamadığı gibi, Türkiye’nin zaten kıt olan birikimlerini de aldıkları faizlerle eritmiş bitirmişlerdir. Bu sıcak para girişleri makro ekonomik hesaplamalarda ve kâğıt üzerinde bir ekonomik başarı gibi gösterilmiş, aslında gittikçe büyüyen yapısal sorunlar halktan gizlenmiştir.

Türkiye ekonomisi zaten 2005 yılı başından beri, bırakın duraksamayı, gerilemiştir. Memur, işçi ve emekli için ise çoktan dibe vurmuştur. Yani bugün küresel kriz denen olay zaten dört sene önce ülkemize gelmiş, yaşamış ve neredeyse bizleri yalın ayak başıkabak bırakarak terk etmek üzeredir. Hakikati çok acı olarak pek yakında göreceğimiz kesindir.

Dövizin düşük tutulması, Türkiye'yi ithalata dayalı hızlı bir sanal büyüme sürecine sokmuş, böylelikle Türkiye'nin dış ticaret ve cari işlemler açığı artmış, iç ve dış borçları tehlikeli boyutlara ulaşmıştır.

Böyle bir durum aslında milli bir ekonomi politikamızın olmadığı anlamına gelir. Çünkü bu durum ülkemizin değil, başka ülkelerin üretim ve istihdam artışlarına katkı sağlamaktadır. İstikrarı bozmayalım söyleminin asıl anlamı bu olsa gerek.

GSMH kişi başına düşen milli geliri ifade eder, fakat milli gelirin fertler arasında nasıl paylaşıldığı konusunda bilgi vermez. Kişi başına düşen milli gelir kâğıt üzerinde artıyor olmasına rağmen neden halkın kalkınmasına yol açmamıştır? Kişi başına düşen milli gelir artıyorsa vatandaşlarımızın yaşam koşulları neden gün ve gün daha da kötüye gitmektedir?

Gözden uzak tutulmaya çalışılan önemli bir gerçek ise, kişi başına düşen borç miktarının hiç konuşulmamasıdır.

Düşük kur, yüksek faiz politikası ile Türkiye ekonomisinden yurt dışına inanılmaz boyutlarda kaynak aktarılmış ve ülkemiz borçlandırılmıştır. Türkiye kâğıt üzerinde zenginleştirilirken aslında, içinden zor kurtulacağı bir fakirliğe sürüklenmiş ama sıcak para sahipleri için bir cennet haline getirilmiştir.

Türkiye, bu ağır cari açığını özelleştirme adı altında yapılan yabancılaştırma metoduyla ve yüksek reel faizlerle finanse etmektedir. Ancak uluslararası piyasalarda veyahut Türkiye içinde çeşitli sebeplerle oluşabilecek en ufak bir dalgalanma, ekonomimizin kırılganlığını daha da derinleştiren büyük darbelere sebep olacaktır. Ama hiç korkmayın, hamdolsun ki, inşallah ve maşallah namlı milli sigorta kurumlarımız bu darbeleri önleyecek güçte yapılandırılmıştır.

Sonuç olarak Türkiye’de zaten küresel kaynaklı bir ekonomik kriz vardır ve gelecek dönemlerde Türkiye'de ekonomik dar boğazların, çalkantıların, dalgalanmaların ve buhranların olmayacağını söylemek safdillikten başka bir şey değildir.

Uzun lafın kısası, aslında küresel ekonomik kriz denen şey, aç gözlü sömürgen ağaların servetlerine biraz daha servet katmaları için yürürlüğe konmuş bir küresel bir plandır. Bölgesel işbirlikçilerini daha iyi organize ederek dünya halklarından hırsızlık yapabilmelerinin yasal kılıfıdır.

Bizden eksilenler acaba nerelerde birikiyor dersiniz?

Necmi ÖZNEY

DOĞU AKDENİZ’DE KİMİN ELİ KİMİN CEBİNDE

Kıbrıs adası, ABD veya İngiltere’nin Orta Doğu bölgesine yönelik bazı operasyonlarında, aktif şekilde kullanılmıştır. Irak’a saldıran uçaklara ev sahipliği yapmış, bazen de sivil ve askeri personelinin acil tahliyesi veya mühimmat takviyesi için kullanılmıştır. Ada’nın Doğu Akdeniz’i kontrol eden konumu ve bölgedeki koşullar, ABD ve AB için Kıbrıs’ı son derece değerli ve vazgeçilemez yapmıştır.

Kıbrıs’ı değerlendiren çeşitli sebeplerin başında, Orta Doğu ve Hazar Bölgesi enerji kaynaklarına havadan ulaşımın kolaylığı yanında, bir savaş anında yine aynı yolu kullanarak füzelerle bu bölgelerdeki enerji kaynaklarının tahribine yönelik saldırılar için merkezi konumda olması gelir. Diğer artı bir değer kazandıran sebep ise, Süveyş kanalı ve İskenderun Körfezi’nin Ada’dan kolaylıkla kontrol edilebilmesidir.

Rumların, kendilerini Ada’nın tamamının sahibi görerek, KKTC’yi yok sayarak, Kıbrıs’ın tamamının kıta sahanlığında petrol arama ortaklıkları kurma teşebbüsleri, Türkiye açısından Kıbrıs’ın stratejik önemini kat ve kat arttırır. Kıbrıs, Türkiye’nin ulusal güvenliği, varlığı, bağımsızlığı ve üniter yapısını koruması açısından, giderek daha da önem kazanmaktadır.

Rumların Euro’ya geçmesi, Rum kartı kullanılarak Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’in AB’nin kontrolüne geçmesi için atılan ilk adımlardan biridir. Fakat bu girişim Kıbrıs’ta iki önemli üsse sahip olan İngiltere’yi ve İngiliz üslerini kullanan ABD’yi rahatsız etmektedir. ABD ve AB çıkar çatışmasının giderek açığa çıkması ve soğuk savaş zamanında Rumların genelde ABD karşıtı olduğu hatırlanırsa, bunu bilen ABD de Kıbrıs’ta zor duruma düşmemek için tedbir almayı düşünmeye başlamıştır.

Bilindiği gibi, Rus ekonomisi, savunması ve dış politikası genelde petrol ve doğalgaz üzerine kurulmuştur. Dünya enerji sistemini kontrol etme çabası içindeki Rusya’nın da Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’e ilgisiz kalması düşünülemez. Rumların davranışından İngiltere’nin ciddi olarak rahatsızlık duyduğu ve bu rahatsızlığı dengelemek için, aynı rahatsızlığı duyan Rusya ile stratejik ortaklık kurması mümkündür.

Eğer Karadeniz gerçekten Rusya için bir var olma bölgesi ise, Moskova’nın Türkiye ile ilgili her gelişmeyi çok yakından izleme mecburiyeti vardır. İşte Bu sebepten, Rusya güneyden Türkiye’yi kontrol etmek istemektedir. Moskova’nın, donanmasını Suriye’de konuşlandırma çabaları, Türkiye’den kaynaklanacak menfi durumların dengelemesini sağlamak ve Türkiye’nin, Rusya’yı Karadeniz’de ABD’nin oldubitti planlarıyla karşı karşıya bırakmasını engellemektir.

Epey bir zamandan beri, Kıbrıs’ın fiilen bölünmüş olduğunun, Artık Rumlar tarafından kabul edilmiş olduğu açıktır. KKTC yönetimi yeni bir durum değerlendirmesi yapmak, yeni bir politikaya geçmek zorunadır.

Kısaca, ABD’nin, Rusya’nın ve İngiltere’nin Doğu Akdeniz’den ve Kıbrıs Adası’ndan stratejik bölge olarak vazgeçmeleri mümkün değildir. Tersi durum, onların mevzi kaybetmeleri anlamına gelir ki, bu da onların uluslararası politikada saygınlık kaybına uğramasına yol açar. Böyle bir konuma düşmemek için Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve çevre ülkelerde kendi çıkarları için yeni kargaşa yaratma çalışmaları yapacaklardır.

Türkiye’nin, bu yeni planların neler olabileceği üzerinde çalışması, her bir yeni durumun Türkiye’nin hak ve menfaatlerini nasıl etkileyebileceği konusunda değerlendirmelerde bulunması, koruması ve daima hazırlıklı olması gerekmektedir. Belki bir komplo teorisi niteliğinde olacak ama KKTC’den beklemediğimiz bir gol gelebilmesi de mümkündür.

Necmi ÖZNEY

29 Ekim 2008 Çarşamba

TÜRKİYE’NİN YILDIZINI PARLATMAK GEREK

Türkiye, Doğu Akdeniz'e hâkim, Kafkasya'ya bitişik, balkanlar hemen yanı başında, kuzeyinde Karadeniz, bir yanında ege denizi, bu konumuyla bu bölgeler üzerinde etkili olma imkân ve avantajına sahiptir.

Soğuk savaş yıllarında, ABD ve Rusya'nın etkileriyle, Türkiye'de ki laik rejim, İslam ülkelerine, dinsizlik ve İslam karşıtlığı olarak gösterilmiş ve Türkiye'nin Arap ülkeleri ile ilişkileri soğuk tutulmaya çalışılmıştır ki bölge halkları uyanmasın. Bu durum şimdi ülkemizin içini karıştırmak, dini ve etnik kökene dayalı düşmanlıklar yaratmak için yapılmaktadır.

Buna karşılık, İsrail'in, Mısır'ın, Suudi Arabistan'ın ve Basra Körfezindeki bazı küçük Arap ülkelerinin ABD ile yakın ilişkileri, Suriye'nin Rusya'ya olan yakınlığı görmezden gelinmiş. Kıbrıs Adasındaki Rumların Moskova'ya yakın olması, Arapların Türklere bakış açısı, İsrail’in kıyımları hep göz ardı edilmiş, ABD'nin Orta Doğu'da ki operasyonlarının bütün faturası, hep Türkiye'ye kesilmiştir.

İslam ülkelerindeki kamuoyu, Rumları, İsrail'i, ABD ve Rusya ile yakın ilişki içinde olan Arap ülkelerini görmemiş. Türkiye, haksız bir şekilde, Orta Doğu ülkeleri ve halkları gözünde, ABD'nin Orta Doğu'daki her saldırısı, Türkiye'den destekleniyor gibi algılanmıştır. Bu Türk karşıtlığının sonucu kendileri için ortadadır. Filistin, Irak, Afganistan halklarının durumu doğru değerlendirmelerinin zamanı gelmiştir.

Soğuk savaş sonrası döneme, bakılırsa, Türkiye'yi ve tüm bölge devletlerini etkileyecek bir değişim sürecinin tetiklendiğini görürüz.

Kafkasya'nın güneyinde yeni devletler ortaya çıkmış, Ermenistan, Türkiye'nin yeni komşusu olmuş, Irak'ın kuzeyindeki Kürt aşiretler, ABD'nin himayesi altında, bu bölgede ciddi bir politik oluşum içine girmişler ve bölge ülkeleri için ciddi bir sorun ve tehdit kaynağı haline gelmişlerdir.

Kendisini dünyanın jandarması olarak gören ABD, uluslar arası hukuku hiçe sayarak, demokrasi götürme ve uluslar arası terörizmle mücadele adı altında, devletlerin iç işlerine müdahale etmeye başlamıştır.

Sovyetlerin dağılmasından sonra ABD tarafından ortaya atılan, medeniyetler çatışması senaryosu ve bu senaryonun çekirdeği olan İslam Batı çatışması, bölgede kargaşa başlatmak ve insanlar arasındaki din birliğini bozmak için ılımlı İslam adı altında İslam içi bir çatışma haline getirilmiştir.

Kıbrıs'ta Rumların Ada'nın bütünü adına AB'ye tam üyelik müracaatında bulunmaları ve sonrasında cereyan eden politik gelişmelere bakılırsa, bu durumun Türkiye açısından çok ciddi olduğu görülecektir.

Irak'ın karşı karşıya bulunduğu parçalanma tehlikesi, Türkiye için çok ciddi bir tehdit niteliğindedir. Bu anlamda Suriye ve İran da tehlike altındadır. Bu durumda, Türkiye'nin, Suriye'nin, Irak'ın ve İran'ın, birbirlerine ihtiyacı vardır. Bu ülkeler, bir araya gelmek durumundadırlar. Bölgenin politik durumu bunu açık olarak göstermektedir.

Türkiye, bu ülkeler ile bir birlik oluşturulmasına öncülük etmek zorundadır. Böyle bir birlik, Türkiye'nin, Suriye'nin, Irak'ın ve İran'ın, toprak bütünlüklerini ve siyasal bağımsızlıklarını korumalarına ve ekonomik varlıklarının kendi halkı tarafından kullanılmasını sağlayacaktır.

Başta ABD ve İsrail olmak üzere, bölgeden çıkar sağlayan her ülkenin, böyle bir birlikteliğe karşı çıkması beklenmelidir ve böyle bir duruma karşı çıkacaklardır.

Türkiye'nin içinde bulunduğu durum ve gelişmeler ortadadır. Bu durumdan en az zararla kurtulabilmenin yolu Atatürkçü değerlerin ön plana çıkarılması ve örnek alınmasından ve uygulamaya konmasından geçmektedir.

Necmi ÖZNEY

22 Eylül 2008 Pazartesi

ABD’NİN KARADENİZ, HAZAR VE ORTA ASYA’YA OLAN İLGİSİ

Karadeniz, Kafkasya, Hazar denizi ve Orta Asya coğrafyası, bugün ve gelecekte milletlerarası politikada tüm dengeleri etkileyebilecek merkez konumundadır.

Bu coğrafya içinde, ABD Planına göre hangi devletlerin yer aldığının tespiti imkânsız gibidir. Aslında bölgeye coğrafi bir bölge olarak bakmak yerine, politik ve ekonomik bir bakışla bakmak daha mantıklıdır. Emperyalizmin bu geniş bölgeye, ekonomik ve politik amaçlarla yaklaşması, bu coğrafyada her an güvenlik sorunu ve savaş olasılığının varlığı demektir. Emperyalizm denen sülük, küreselleşme adı altında ulus devlet sınırlarını tanımama eğilimindedir ve her ülkeye üstü örtülü düşmanca amaçlar gütmektedir.

Örnek olarak Büyük Ortadoğu Projesi kapsamına kuzey Afrika’nın da dâhil edilmesi İrdelendiğinde, ABD’nin diğer amaçları dışında, Avrupa’yı da güneyden kontrol altına almak istediğini görürüz.

ABD Avrupa’nın kendi bloğunu oluşturmasını kesinlikle istememektedir. AB, ABD’nin çıkarlarına ters düşecek bir oluşum içine girerse ki, bu ABD’yi, hem Avrupa’nın gücünden mahrum bırakacak hem de Amerika’nın dünya politikasının iflas edeceği anlamına gelecektir. Bundan korkmaktadır.

İşte, Büyük Ortadoğu Projesi’nin ne olduğunu Irak’ta görüyoruz. Irak’a ne demokrasi, ne istikrar, ne güvenlik, ne de refah getirmiştir. Irak halkına getirdiği şey, maddi ve manevi kayıplar, ölümler ve hüsrandır. Irak’ta petrol üretiminde bir düşüş olmamasına rağmen, Irak halkının Saddam döneminden daha kötü yaşam şartlarında yaşıyor olmaları ve neredeyse Saddam dönemini arar hale gelmeleri yaşanan bir durumdur. Bu durum, Irak’ın petrolünün Irak halkı için kullanılmadığı ve ABD tarafından çalındığı anlamına gelir.

İşte ABD’nin Karadeniz, Hazar ve Orta Asya ilgisi, BOP gerçekleri içinde düşünülmelidir. Yani ABD’nin bölgeye yerleşmesi halinde politik, ekonomik ve güvenlik açılarından bölgede neler olabileceğinin şimdiden görülmesinde bölge ülkeleri için yarar vardır.

Türkiye, Kafkas, Hazar ve Orta Asya için kilit bir ülkedir ve bu da tarihi ve jeopolitik konumundan ileri gelmektedir. Türkiye’de yaşayan insanlarla Karadeniz çevresinde ve Hazar bölgesinde yaşayan insanlar arasında güçlü ortak bağlar vardır. Bölgeye ilgisiz kalmaması ve bu coğrafyada güdüm altında olmaması gerekir.

ABD tarafından planlanan ve enerji kaynaklarının yağmalanması amacını güden projeler sadece işbirlikçi iktidarlar tarafından kabul edilmektedir. Halkın malı halka sorulmadan emperyalizme peşkeş çekilmektedir. Durumu daha iyi tahlil etmek için Türkmenistan’da yaşanan ve yaşanacak olan olayları iyi takip etmek gerekir.

Amerika tarafından yazılan bütün senaryolar dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun Türkiye tarafından titizlikle incelenmeli ve bütün bunlara karşı milli bir duruş sergilenmelidir. Çünkü ABD ve AB tarafından yapılan her planın arka sayfasında Türkiye’nin gardının biraz daha düşürülmesi yazar.

Türkiye için bu sarmaldan kurtulmanın tek çıkış noktası vardır, o da Kemalizm’dir.

Necmi ÖZNEY

14 Eylül 2008 Pazar

SAYGIN, BÜYÜK TÜRKİYE OLMA FIRSATI VE BOĞAZLAR

Rus Gürcü savaşının yakın gelecekteki sonuçlarını incelersek, durumun bölgesel değil, dünya genelinde oldukça önemli olaylar dizisinin başlangıç noktası olacağını görürüz.

Gürcistan, jeopolitik olarak, ABD emperyalizminin, öncelikle bölgedeki enerji kaynaklarının kontrolünü ele geçirmesine ve petrolün dünyanın en büyük pazarı konumundaki Çin’e kadar ulaşımını denetleyebilecek bir ülkedir.

Gürcistan’ın ABD için yapması istenen görev, Amerika’nın Karadeniz’i ve Kafkasya’yı kontrol altında tutmasını sağlamak için bölgede karışıklık yaratmaktır. Irak, Ortadoğu ve Suudi Arabistan’ı kontrol altında tutan ABD’nin, Karadeniz ve Kafkasya’yı da denetim altına almak niyeti, dünya genelini de kontrol etmek istemesi demektir.

Böyle büyük bir coğrafyayı kontrol edecek bir ABD, uluslar arası politikadaki konumunu kuvvetlendirecek ve en önemlisi Çin karşısında da ekonomik ve politik olarak güçlenmiş olacaktır. Bu durum aynı zamanda ABD’nin Rusya’yı ve Rusya’ya ait enerji bölgelerini, doğalgaz ve petrol taşıma yollarını da kontrol etmesi anlamına gelmektedir.

Rusya aslında bölgede rahattır. Çünkü Rusya şu veya bu şekilde bölgeyi kontrol etmektedir. Çıbanbaşı olan Amerika’dır ve ABD, uluslar arası politikadaki konumunu sürdürebilmek ve ilerde ayakta kalabilmek için bölgeye girmek ve buraya yerleşmek istemektedir. Rusya’nın yaptığı ise, bölgenin mevcut durumunu korumak, düşmanca girişimler artarsa bu coğrafyada milli çıkarlarını korumak için kararlı olduğunu ortaya koymaktır.

Uluslar arası hukuk gereği, taraflardan birine yardım etmek demek, taraf olmak anlamına geleceği için, Türkiye’nin Rusya’yı karşısına almak gibi bir yanlış içine girmesi büyük hatadır ve bölgeye huzursuzluk getirir.

Montrö sözleşmesi yok gibi davranan ABD savaş gemilerinin insani yardım adı altında Türk Boğazları’ndan geçişine izin verilmesi yanlıştı. Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler bu taşımayı yapamazlar mıydı? ABD askeri gemilerinin Türk Boğazları’ndan geçip Karadeniz’e çıkmaları, Türk Dış Politikasının geleceği açısından içinden çıkılamaz durumların habercisidir. Türkiye’nin en azından dünya barışını bahane ederek insani yardım için başka yollar bulması gerekirken boğazlardan geçişe hemen evet demesinin sorgulanması gerekir.

ABD’nin ulusal çıkarları için NATO’yu kullandığı bilinen bir gerçektir. Irak’taki durum ibret almamız gereken bir olaydır.

İşin en korkulan tarafı ise ABD’nin ekonomik ihtiyaçları için Karadeniz bölgesine girmek ve bu coğrafyada kalıcı olmak zorunda olduğudur.

ABD Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni aşındırmak için bundan sonra elinden geleni yapacaktır ve aşındırma başlamıştır. Çanakkale Boğazından Ege denizine çıkan gemiler yüz metre sonra dönerek tekrar Karadeniz yoluna revan oluyor. ABD’nin Karadeniz’e ilişkin senaryosunun sinir bozucu gösterimi başlamıştır.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi, özellikle Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin güvenliğini ön plana çıkaran bir düzenlemedir. Türkiye, Türk Boğazları’ndan geçiş konusunda tam yetkili karar alıcıdır. Türkiye açısından, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin titizlikle uygulanması, devlet ciddiyetinin ve saygınlığının gereğidir. Bu konu Rusya için de aynen geçerlidir. Yani Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin titizlikle uygulanmasını istemek taraf olarak Rusya’nın en tabii hakkıdır. Türkiye, Montrö Boğazlar Sözleşmesini sulandırırsa, bu hem Türkiye için, hem de bölge için çok ağır sonuçlar verebilir.

Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak kendisini saydıracağı barışçı bir durum yaratmak varken, ABD’nin dümen suyunda hareket etmesi, Türkiye’nin bölgedeki saygınlığına zarar verir. Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerden çok, ABD’yi dikkate alacak ve ABD’nin bölgeye girişine yardakçılık sayılabilecek girişim ve projelerin Rusya faktörü varken tutmayacağı, görülmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken bir hakikattir.

Necmi ÖZNEY

7 Eylül 2008 Pazar

BİLİYOR MUSUNUZ? BİR ZAMANLAR HİLTON OTELİ BENİMDİ

Türkiye son yıllarını devamlı büyüyen ve toplumun önemli bir bölümünün cebindeki paranın önemli bir kısmını istikrarlı bir şekilde yutan ekonomik planın pençesinde geçirmektedir.

Batı tarafından Türkiye’ye dayatılan ekonomik ve sosyal uyum programları ülkeyi yönetenler tarafından hiçbir sorgulamaya dahi tutulmadan aynen uygulanıyor. Türkiye’nin küresel kapitalizme uyum sürecinde ve sömürüyü derinleştiren politikalarının uygulanmasında, Batı hata istemiyor. Uygulanan ekonomik programların kısır sonuçlar vermesi yüzünden ülkemiz borç batağında yüzüyor.

Yabancı sermayenin üretmeye değil, Türkiye’nin söğüşlenmesini sağlamaya yönelik ekonomik projesini destekleyenler, sıra işçinin, memurun ücret ve haklarına gelince kısıtlama yolunu seçiyorlar. Maaşlar, uydurma enflasyon rakamları üreterek, reel enflasyon dikkate alınmadan belirlenerek halk sefalete itiliyor.

Uygulanan politikalarla, sosyal devlet olmanın en birinci gereğinin, en yoksul olan ve en ücra yerde yaşayan insanı da dâhil olmak üzere, tüm halkına temel yaşam standartlarını sağlamak olduğu gerçeği ortadan kalkmış durumda.

Devletin asli işi olan kamusal hizmetler özelleştirme yoluyla tasfiye edildi, oluşan boşluğun özel sermaye tarafından doldurulması sağlanarak yandaşlara yeni kar alanları yaratıldı.

Özelleşince hizmetlerin ucuzlayacağı şeklindeki propagandaların, telefon şirketlerini işleten firmalar arasındaki danışıklı rekabetle ne büyük bir yalan olduğunu yaşayarak görüyoruz.

Kurumlar özelleştirilince daha verimli ve hızlı hizmet alınacağı şeklindeki yalanları, hizmet alınması bir yana, ölmek üzere olan yoksul vatandaşın hastane kapısından kovuluşundan sonra ancak anlayabiliyoruz.

Neyse boşverin bütün bunları. Şimdi çok önemli bir çıkar hesaplaşması var. Harp meydanı, Hilton oteli. İbret ve dehşetle diziyi izliyorum. Beni nasıl yolduklarını şimdi daha iyi anlıyorum.

Biliyor musunuz? Bir zamanlar Hilton oteli benimdi. Arada bir gider, çaktırmadan kontrol ederdim yerinde duruyor mu diye. Ütülmüşüm, şimdi kalbim kırık, kendimi çok kötü hissediyorum, artık aynaya baktığımda, karşımda bir enayi, bir salak görüyorum ve artık tıraş olmak dahi istemiyorum.

Necmi ÖZNEY

1 Eylül 2008 Pazartesi

KÖLE RUHLAR VE KEMALİZM

Bu dünyada yaşayan her insanın, diğer insanları aşağılayan, köle gözüyle bakan, sömürmeye çalışan emperyalizme karşı tahammülü olmaması gerekir. Fakat ne yazık ki, bazı soysuz ve karaktersiz kişilere namus kavramı bir şey ifade etmediği için, özgürlük ve bağımsızlık duygusunu da pek anlayamazlar.

Kölelik ve uşaklık etme ihtiyacı, bu soysuz kişiler için sosyal düzeyi, tahsili ve cinsiyeti ne olursa olsun genlerine işlemiş kalıtımsal bir ruhsal hastalıktır. Böyle tipler dün vardılar, şimdide varlar ve yarında hep olacaklar. Kimsenin kuşkusu olmasın.

Bunlar düşman bayrağından, namusuna uzanan tacizci elden rahatsız olmazlar. Onları kimin nasıl yönettiği önemli değildir, sadece önlerine atılacak kemiktir onlar için önemli olan.

Bunlar; çağ küreselleşme çağı, küreselleşmenin önüne geçemezsiniz diyerek küresel emperyalizmi meşrulaştırmaya çalışırlar. İnsanın insanı sömürmesine karşı çıkan İslamiyet’i bile ılımlı İslam kılığına sokarak, başımızda İngiliz olsa Müslümanlığımızı daha iyi yaşardık diyebilecek kadar da soysuzdurlar.

Bugün milli kimliğinden ve ulusal değerlerinden rahatsız olanlar var. Halkına ihanet edenler, vatanı satanlar, hainler, mandacılar hep bunların arasından çıkar.

Ama Türkiye’de emperyalizme karşı çıkanlar, yeter artık diyen onurlu Atatürkçüler de var. Emperyalizme karşı ulusal duruş ve milli namusu korumak için de hep var olacaklardır. Kemalist duruş ülkemizin bağımsızlığı ve özgürlüğünün teminatıdır. Uşaklığı, yumuşak başlılığı, adam sendeciliği, emperyalizme kulluğu reddeder. Kemalizm insan olmanın ve insanlık şerefinin bilincidir.

Türk’ü, Türkiye’yi ve Kemalizmi anlamak için, öncelikle ulusal devletin, milli duruşun, bağımsızlık ve egemenliğin ne demek olduğunu anlamak lazımdır. Atatürk’ü anlamak çağdaş olmanın, çağdaş kalmanın vazgeçilmez şartıdır.

Kemalizm, halkın ve köylünün efendiliği demektir. Kemalizm, demokrasi, hukuka saygı, adalet, fikir özgürlüğünü Batı’dan emir bekleyerek düzenlemeye çalışanları reddeden bir ruhtur, bir ışıktır.

Ruhsuz vatan hainleri Atatürk’ten rahatsız olurlar. Bu tipler, Türk halkı arasına kalın duvarlar örmeye çalışırlar ki, Gazi’nin ışığı yandaşlarını uyandırmasın.

Ben bir Atatürkçü olarak Türkiye’m için hep doğruyu ve iyiyi arayacağım. Bazen yüksek sesle, bazen de sessiz çığlıklar atacağım.

Ama bilin ki ölümsüz olan Atatürkçü ruhtur. Bu demektir ki ölümsüz olan bizleriz. Biz Kemalist’iz ve biliyoruz ki, devletimizin ve millet olarak geleceğimizin teminatı için bu ruha her an gereksinimimiz var.

Necmi ÖZNEY

24 Ağustos 2008 Pazar

MONTRÖ DEĞİŞTİRİLMEYE ÇALIŞILIYOR

Montrö Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli kazanımlarından biridir. ABD, BOP planı çerçevesinde ve bu işe NATO’yu da alet ederek, Karadeniz’de askeri güç bulundurmak için sözleşmenin değiştirilmesi veya sona erdirilmesi için çalışmalara başladı.

1936 yılında imzalanan Montrö boğazlar sözleşmesi, yakın bir savaş tehlikesinin varlığı halinde hem Türkiye’yi, hem de Karadeniz ülkelerinin güvenliğini de geniş anlamda garanti altına alan bir sözleşmedir.

Anlaşma Lozan barış antlaşmasının da Türkiye lehine perçinidir. Montrö boğazlar sözleşmesi imzalandıktan sonra, Lozan anlaşmasında bulunan Boğazlar idaresi komisyonu lağvedilerek bütün yetkiler Türk hükümetine devredilmiştir. Bu nedenle, Montrö sözleşmesi hem boğazlardaki Türk egemenliğinin kaleleşmesi hem de güvenlik bakımından Türkiye için özel bir anlam ifade eder. Bu sözleşme Büyük Atatürk’ün eşsiz sağduyusu ve ileri görüşü ile o dönemin şartları içinde tam bağımsızlık ve tam egemenlik için yapılmıştır.

ABD’nin Karadeniz’de askeri güç bulundurmasına Montrö engeldir. Amerika’nın Karadeniz’e sokmayı hayal ettiği gemilerin nitelikleri de Montrö boğazlar sözleşmesine uymamaktadır. ABD bu sözleşmede taraf değildir. Bunun için taraf ülkeleri kullanarak özel planlar yapmaya hazırlanıyor. Verilen resmin tümüne bakınca, kraliçenin harp gemisi ile gelip boğazın ortasına niçin demir attığını da görmüş oluruz.

ABD’nin bölgeye ilgisinin önemli bir bölümü enerji kaynaklarını ve taşıma yollarını kontrol ederek Rusya’nın Akdeniz yoluyla dünyaya satacağı petrolü kontrol etmek ve hem de bu yolla Rusya’yı güneyden de kıskaca almak ve BOP’un adını, Büyük Dünya Projesi olarak değiştirmek istiyor.

Amerika dünyada tek emperyalist güç olarak kalmak istiyor ama kendi yanı başındaki Latin Amerika ülkelerinin yaptığı ABD karşıtlığına da rejim değişikliklerine de ses çıkaramıyor ne hikmetse.

Rusya için de Montrö boğazlar sözleşmesi birçok bakımdan önemlidir. Dünya piyasalarına güvenle petrol sevkıyatı yapacağı tek çıkış yeri Türk boğazlarıdır. ABD yanlısı politikalar bölge ülkeleri için yeni düşmanlıklar yaratacaktır.

AB de yarın Karadeniz’de enerji yollarını kontrol etmek ve AB havucu uğruna Montrö sözleşmesinin sulandırılmasını isterse ulusal egemenliğimiz nasıl korunacak?

AB üyesi Güney Kıbrıs, Karadeniz’e girmek ve bölge ile ilgili bazı hedeflerini gerçekleştirmek isterse ne yapılacak?

Üç tarafı denizle çevrili olduğu halde Deniz bakanlığı olmayan Türkiye, Milletler arası deniz hukuku ile ilgili neler yapıyor? Bu konuda uzman hukukçularımız var mı? Fikirleri soruluyor mu ve daha doğrusu önemseniyor mu?

11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin Malaka boğazının güvenliğini sağlama numaraları Malezya ve Endonezya‘nın büyük tepkisine neden olmuş ve bunu egemenliklerine bir saldırganlık nedeni saymışlardı. Bir sene önce pek modaydı, çok soruluyordu, Şimdi ben soruyorum. Türkiye bu konuda Malezya olamaz mı?

Türk boğazlarında egemenlik sahibi, Türk devleti ve Türk milletidir. Türk milleti, Türk devleti’nin varlık ve egemenlik tapusu olan Çanakkale ve İstanbul Boğazları için canını dahi vermeye hazır olduğunu 1915 yılında Çanakkale‘de ispat etmiştir. Bunun bedeli yine ne olursa olsun şimdi de geçerli olduğunu dost düşman çok iyi bilmelidir.

ABD deniz kuvvetlerinin giremediği tek yer olan Karadeniz’de, önemsiz bir kuvvetle ve barış adına dahi olsa boy göstermesi, dünyada birçok şeyin olumsuz olarak değişeceğinin habercisidir.

Necmi ÖZNEY

18 Ağustos 2008 Pazartesi

AMERİKA’NIN IRAK’I VARDI RUSYA’NIN DA OSETYASI OLDU

Rus Gürcü savaşı, Amerika ve Rusya’nın emperyalist çıkarlarını korumaları ve sömürü düzenlerinin sınırlarını yeniden belirlemek için çıkarılmış bir savaştır.

Bu savaşta asıl söylenmek istenen şey Türkiye’ye karşı söyleniyor. Ama bizde herkes Fransız olduğu için bu lisanı pek anlamıyoruz. Bırakın anlamayı ders bile alamıyoruz. Oynanan oyun Saddam’ın Kuveyt’e girme senaryosudur. Saakaşvili de Osetya’ya girerek, Rus müdahalesine zemin hazırlamış ve meşruluk kazandırmıştır. Bu film bir Rus filmi değil eski bir Amerikan filminin yeniden gösterime sokulmasıdır. Irak gibi Gürcistan’a da bu sefer Rusya demokrasi ve özgürlük getirecektir.

Bu savaş, ABD’nin Türkiye üzerindeki güdümüne karşılık, Rusya’nın da Gürcistan üzerinde denetim kurmasını sağlamak üzere yapılmış bir planlamadır. Saakaşvili de bu planın bir parçasıdır. Rusya, bu arada Türkiye’nin bölgedeki ABD güdümlü politikasının ağır faturasını hazırlamaya başladı bile. Savaşın sorumluluğunu Türkiye’nin üzerine yıkma çalışmaları yapıyor.

Yeni demiryolu hattı açılışları da, ABD, AB ve Rusların işine gelmedi. Türkiye belki de Gürcistan ile işbirliğini ABD’nin verdiği akılla yapıyordu.

Türkiye gittikçe daha çok daralan bir kıskaca alınmaktadır. Bu savaşı iyi okumalı, Saddam ve Saakaşvili’nin yaptıklarını ve sonuçlarını iyi tahlil etmeliyiz. Gazi Paşanın nutkunda, Türk Gençliğine neyi anlatmak istediğini iyi anlamak mecburiyetindeyiz.

Ülkemizin geleceği için, bu zincirler kırılmalıdır. Bu da emperyalist efendilerden ve onların kuklalarından kurtaracak Atatürkçü bir uyanışla mümkün olacaktır.

Geleceğimiz yeniden Atatürkçü düşüncenin ışığında kurulmalıdır. ABD’den stratejik müttefik olmayacağı gibi, Rusya’dan da dost olmaz. Bu ikisinin de birbirlerine düşman oldukları inanışı da çok büyük aptallıktır.

Geleceğimizi millet olarak biz kuramazsak, bizim geleceğimizi başkaları kuracaktır. Başkalarının kurduğu gelecek ise bizim geleceğimiz olmayacaktır.

Necmi ÖZNEY

10 Ağustos 2008 Pazar

GEÇMİŞİ DÜŞÜNEREK GELECEĞİ BEKLEMEK

Bizim kuşağımızın mayasında umut ve sevecenlik vardı. Ülkemizi ve milletimizi düşündüğümüz zaman içimizi büyük bir heyecan kaplar, önümüzdeki yılların yurdumuz ve insanımıza güzel şeyler getireceğinin hayallerini kurardık.

Ne güzel günlerdi o günler. Türkiye'nin geleceğini düşünürken kendimiz için de büyük planlarımız vardı. Önümüzdeki parlak geleceği görebiliyor, hayallerimizi şekillendirebiliyorduk. Büyüyecek, serpilecek, iş güç ve aile sahibi olacak yurdumuzun gelişmesine katkıda bulunacaktık. 1960 lı yıllardı o güzel yıllar.

Türkiye, o zamanlar gelişmekte olan ülkeler sınıfındaydı. Bizim kuşak yamayı, eski elbiselerin ters yüz edilmesini ve ayakkabı tamiratının ne demek olduğunu çok iyi bilirdi. Halk çok sıkıntılar çekti ama yine de bu sıkıntıları aşacak gücü ve enerjiyi büyük bir coşku ile yüreğinde hissederdi. Gelecek için güzel umutlarımız vardı.

Bu güzel umutların çoğu gerçekleşemedi ve çoğu yarım kaldı. Bazılarının ise yanına bile yaklaşamadık ve birçok güzel hayalimizi ihanetlere kurban ettik.

Evet, Türkiye üzerinde dışarıdan çok oyunlar oynandı, ama bu memlekete en büyük zarar kendi içinden geldi. Bu ülkeyi bu durumlara ilk önce, yurdumuzu içten içten kemiren, Atatürk karşıtlığı yapan tarikatlardan oy alma derdine düşmüş, köksüz, karaktersiz siyasetçiler düşürdü. PKK terörü iç barışa ve ekonomiye büyük bir darbe vurdu. Din simsarlarının politikacı maskesi altında Devlet idaresine talip olmasının sonunda ortalık yangın yerine döndü.

Üretim, yatırım, sanayileşme şu an kimsenin önemsemediği değerler arasına girdi. Düşüncesizce yapılan ve hak edilmemiş bir tüketim çılgınlığı Türkiye'yi sardı. Üretmeden tüketen, faiz ve avanta batağına batırılmış bir Türkiye ön plana çıkmaya başladı.

Türkiye bilinçli olarak çürütülmeye çalışıldı. Ufuksuz, bilgisiz ve görgüsüz politikacıların, satılmış medya maymunlarının hayatlarını örnek alan ve taklit etmeye çalışan toplum, karaktersiz bir taklit hevesi içinde olan kokuşmuşlar çoğalmaya başladı.

Din, vatan, devlet, bayrak gibi bu millet için en büyük ve en mukaddes kavramlara sahip çıkması gerekenlerin sergilediği duyarsızlık, bir devlet ve millet için gerekli vicdani duyguları körleştirdi. Milli ve manevi değerler alt üst edilmeye çalışıldı.

Hakkını aramak isteyen vatandaşı adam yerine koymayan, aslanlar gibi kükreyen ama ABD ve AB karşısında boyun bükük, eller göbekte kavuşmuş kıyama duranlar yüzünden, milletlerarası arenada itibarı ve ağırlığı olmayan, gönüllü teslimiyet süreci yaşayan bir ülke görünümü ortaya çıktı.

Ümit ve heyecan dolu gençlik yıllarımız kötü politika ve kötü politikacılar tarafından bitirildi. Çekeceğimiz dertler hala bitmemiş ki, bugünün gençliğini de bitirmeye çalışıyorlar. Öyle görünüyor ki, şimdi çocuk olan gelecekteki yeni politikacı nesli eskilerden daha da beter olacak.

Türk milleti şu anda, zengin bir enerji kaynağı Bor’un garip bekçiliğini yapıyor. Eli kulağında, dünyada Bor talebi başlayacak, bizim için bulunmaz fırsat kapısı açılmak üzere. Dünyadaki Bor rezervlerinin yüzde yetmiş beşine sahibiz. Bana öyle geliyor ki, Bor’u da çok yakında yabancılara peşkeş çekeceğiz.

Birinci dereceden stratejik ve ekonomik öneme sahip değerimiz, sularımız boşa akıyor, var olan hidroelektrik santraller verimli çalıştırılmıyor, yenisi yapılmıyor, sonuç olarak enerjide de dışa bağımlı hale getirilmiş vaziyetteyiz.

Aslında her mevzuda kriz üstüne kriz yaşanıyor. Üretime, yatırıma yönlendirilmeyen yabancı sermaye alacağı avanta faiz kazancı peşinde koşuyor.

Yine de ümitliyim ama, elimizden bir şey gelmiyor. Geçmiş yıllarımızı anarak, gelecek yıllarımızı beklemekten başka bir şey yapamıyoruz.

Necmi ÖZNEY

4 Ağustos 2008 Pazartesi

BOP DUYARSIZLIĞI VE GÜNGÖREN KATLİAMI

Önümüzdeki günlerin Türkiye için son derece kritik dönemeçlere gebe olduğu hiç tartışılamayacak bir hakikattir.

Batı tarafından büyük bir dikkat ve özenle hazırlanmış, tohumu iki yüzyıl önce dikilmiş, bugüne kadar da düzenli olarak bakımı yapılmış olan Kuzey Irak’ta kurulması planlanan bir Kürt devletinden hasat yapılmasının gecikmesi, AB ve ABD için hasadın çabuklaştırılması gereken bir proje konumuna alınmıştır.

Her birisi başlı başına bir baş belası olan ve büyük problemlerle çepçevre kuşatılmış bir halde bulunan Türkiye, bu projede de şu anda ateşten bir çemberden geçiyor ve Irak politikamız ise sisle kaplı ve belirsiz bir vaziyette.

Bu sıkıntılı süreçte güçlü bir halde bulunması gereken Türkiye ise, politik olarak çok zayıf ve çok kolay karışıklık yaratılabilir bir durumda. Ekonomi bitme sınırında, devlet bütçesi borçların faizini ancak ve zorlukla karşılamaya çalışıyor, ana borçlar döndürülemez bir vaziyette bulunuyor.

Ülkemizin zenginliklerinin çoğu yağmalandı, elde edilen karlar yatırıma dönüşmeden dışarıya götürüldü. Israrla yabancı yatırımcı adını verdiğimiz talancı sermayenin gözü hala elimizde kalan milli kuruluşlarımızda. Geriye pek bir şey kalmadı ama ne kaparsak yanımızda kar kalır düşüncesi şu an geçerli.

Zenginliklerini kaybeden ülkemizde yatırımlar durmuş vaziyette. Çarkın çevrilebilmesi için ekonomi günlük yaşanıyor. Her ne kadar istikrardan söz edilse de politik ve ekonomik arenada durum son derece belirsiz.

1980 lerden sonra gelen hükümetler dertlere deva olmak bir yana, eski dertleri büyüttüler, diğer yandan da dert üstüne yeni dertler ekleyerek kendileriyle beraber ülkemizi de bitirdiler.

Türk halkının ekonomik ve psikolojik anlamda adeta omurgası kırılıyor, dışarıya karşı boynumuz, en umutsuz olduğumuz zamanlarda bile görülmemiş bir şekilde eğriliyor. İçinde yaşadığımız işbirlikçi ve cıvık liberalizm dönemi, toplumun milli refleksini neredeyse yok etmek üzere. Kim bu milletin üstüne nasıl bir ölü toprağı serpti ki bu duruma geldik?

Kuzey Irak’ta yakında kopacak büyük fırtınayı görmek bile bizi harekete geçiremiyor. Güngören katliamı niçin yapıldı kimse farkında bile değil. Sıradan bir PKK terör saldırısı olarak şimdiden unutuldu bile.

Biraz hafızalarımızı yoklayıp Irak savaşının başlangıcına dönersek, önce Irak tahrip edilecek ve sonra da imar için Irak’ı bir daha soyacak olan emperyalist Batı firmalarının bize vermesi beklenen taşeronluk hesapları yapılıyordu. Nasıl bir ülke olduk biz? Hangi vicdanla bu hesaplar yapılabiliyordu? Kimler bu hesapları yapıyorlardı?

Kirli ellerini BOP adı altında bölgeye uzatan emperyalizm artık Ortadoğu'nun yeni bir haritasını yapmak için olanca gücüyle çalışıyor. Çünkü Batı geçmişte aldıklarını tüketti, şimdi daha fazlasını istiyor. Dünyanın en zengin petrol kaynaklarına sahip ve en stratejik bölgelerinden birisi olan Ortadoğu’yu bütünüyle kendi emrindeki bir uyduya dönüştürmek ve sömürgeleştirmeyi tamamlamaya çalışıyor.

Saldırgan emperyalist güçler, Türkiye başta olmak üzere bölge insanlarının idraksizlik ve tarih bilinci zayıflığından öylesine eminler ki, oynanan oyunun senaryosunu değiştirmeye bile lüzum hissetmiyorlar. Senaryo ana hatlarıyla aynı, sadece aktörlerde değişiklik yapılmış. Geçmişte Türk'ün paçasına Arapları salan emperyalizm bugün onların yerine Kürtleri kullanıyor.

Daha düne kadar Türkiye karşısında hazır olda duran Barzani ve Talabani gibi aşiret başları kendilerini sağlam kayalara yasladıklarından öylesine emin bulunmaktalar ki, bin yıllık Türk şehri Kerkük'ü Kürt şehri ve uyduruk Kürdistan'ın başşehri ilan etme çabalarını hızlandırdılar. Güngören katliamının ucu bunlara kadar uzanıyor.

Bütün Ortadoğu bölgesi göz göre göre ateşe doğru sürükleniyor. Türkiye'nin başına ve herkesin gözleri önünde aynen Osmanlı'nın yıkılışındaki gibi türlü çoraplar örülüyor.

BOP için haritalar yeniden planlanırken, acaba niçin? Türkiye'nin haritasının da hazırlanmakta olduğunun farkında değilmiş gibi davranıyoruz. Böyle bir davranış gaflet sayılabilir mi?

Necmi ÖZNEY

21 Temmuz 2008 Pazartesi

GEÇ KALINMADAN MİLLİ ÇIKAR MUHASEBESİ YAPILMALI

11 Eylül 2001, dünyanın ABD tarafından yeniden şekillendirilmesinin başlangıcı olan bir milat olduğu ve bu tarihten itibaren artık her şeyin kökten değişeceği şeklinde propagandalar, olaydan hemen sonra ABD tarafından tüm dünyaya yayıldı.

Yaratılan bu korku sonucu, dünya şoka sokularak emperyalizmin yeni yüzünün, yani küreselleşmenin işaretlerinin verilmiş olduğunu anlamak için, ne keskin bir zekâya ve ne de derin bir birikime ihtiyaç var. Her şey o kadar açık ve seçik, o kadar net ve berrak ki, ortalama bir zekâ ve vasat bir inceleme bunun için yeter de artar bile.

Anlaşılan o ki, hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak, Dünya’da pek çok şey değişecek ama hangi yolla ve kimin önderliğinde? Kimler neler kazanacak, kimler neler kaybedecek? Çünkü küreselleşme denilen meseleye yalnızca ABD gözlüğü ile bakmak, ülkeler ve halkları açısından hayati tehlike arz eden bir düşünce tutulması demektir.

Küreselleşmenin bize anlatıldığı ve gösterildiği gibi olmadığının farkına varmak için, milli duyguya sahip bir zekâ ve kendi devletinin çıkarlarının muhasebesini yapmak yeterlidir.

Bundan böyle, emperyalizme karşı çıkan ve bu oyunun kurallarını iyi kavrayan milletler, tarihin sırat köprüsünü aşacak, emperyalizme teslim olan ve karşı çıkamayanlar ise tarihe gömüleceklerdir.

Tarih, kendi benliğini, kendi özünü bozmadan dünyanın değişimine uyum gösterebilen toplumlara hayat hakkı tanır. Kendi özlerine sadakatsizlik yapmadan gelişen milletler, tarihi aşabilen toplumlar olacaktır.

Direnç gösteriyoruz, ama çağdaş medeniyete değil. Direnişimiz, Batı’nın bize uygulamak istediği yeni küresel emperyalizme. Milli ve kararlı duruşlarımız sonucu, AB ve ABD kendi dışındaki dünya olarak kabul ettiği bizlerle birlikte yaşamayı, dünyayı hakça paylaşmayı öğrenmek ve kabul etmek mecburiyetinde kalacaktır.

İnsanlığın kurduğu medeniyet bir bütündür. Batı’nın batılılığı kendine aittir. Batı sınırları dışındaki halka aşılanmaya çalışılan ikircikli batılılık, kopya, deforme ve yozlaşmış bir batılılıktır. Ne şekilde olursa olsun, batılılaşmak adına kendi değerlerini göz ardı ederek ulaşılan bir sözde medeniyet, çakma bir medeniyet olacaktır. İşte şu sıralarda küreselleşme adı ile kurulmaya çalışılan yenidünya düzeninin hikâyesi de çok kalın çizgilerle bundan ibarettir.

Daha önceleri, tarihin gidişatını değiştirmeye çalışan emperyalizmin istekleri nasıl tahakkuk etmemişse, şimdiden sonrada tahakkuk etmesi beklenmeyecektir.

Daha iyi ve daha yüksek medeniyetin ipuçları da Biz'de bulunmaktadır. Batı, insanlığa verebileceklerini ve bunun karşılığında almayı düşündüklerini zaten fazlası ile almış durumdadır. Bundan böyle bizim verecek hiçbir şeyimiz yoktur ve artık bundan böyle, hak edebilirsek gelecekteki başarılar bizimdir.

Gelecek başarılar için Biz’lerin yapması gereken şeyler ise, çok basittir. Temel değerlerimizin doğruluğundan asla şüpheye düşmeyeceğiz. Bu değerlere, kendimize ve potansiyel gücümüze güveneceğiz. Aklımızı iyi kullanacağız. Dünümüzü, bugünümüzü iyi anlayacağız ki geleceğimizi daha iyi yazabilelim.

Kemalizm’in ve milli kültürümüzün günümüzde büyük saldırılara maruz kalmasına rağmen, hâlâ ayaklarımızın altındaki zeminin çok sağlam olduğunu ve yüreğimizin içinde yakıcı kor ateşlerin saklı olduğunu asla unutmayacağız.

Bu âlemin sahibi ve O'nun bize bahşettiği Atatürk ruhu, içimizdeki volkanı harekete geçirecek ve bu dünyanın emperyalizm tarafından gasp edilmesine ve insanlık onurunun söndürülmesine asla izin vermeyecektir.

Necmi ÖZNEY

13 Temmuz 2008 Pazar

YİTİK TABLETLER VE KEMALİZMİN EVRENSELLİĞİ

Türk halkı, maddi ve manevi olarak sahip olduklarının, ya bilincinde değil, ya da Atatürk ve Türkiye düşmanlarının yönlendirmesi ile bilinci bozularak kirletilmiş ve tahribata uğratılmış vaziyettedir.

Atatürk ilke ve fikirlerini yalnızca Türkiye ve Türk Milleti açısından değil, evrensel yönü ile de ve özellikle ABD ve AB'nin, Türkiye için bugün nasıl politikalar planladığı ile birlikte değerlendirmek gerekmektedir.

Atatürk şahsı ve ilkelerindeki ulusçu duruşu ve emperyalizme karşı kazandığı mücadele sayesinde, Kemalizm, tarih için kesinlikle evrensel bir niteliğe bürünmüştür.

Atatürk, 18 Ekim 1921 günü Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı bir konuşmada,"Anadolu'daki bu savunma, yalnız kendi varlığımızı korumak kaygısı ve zorunluluğu içinde değil, aynı zamanda Doğu ülkelerine yönelik saldırılara karşı bir engel oluşturmak amacıyla yapılmıştır."

7 Temmuz 1922'de ise,

"Eğer Türkiye'nin yürüttüğü mücadele sadece kendi için olsaydı, belki daha az kan dökülecek, savaş daha kısa sürecek ve daha çabuk sonuçlanacaktı. Türkiye, Doğu'da baskı altındaki ülkelerin davasını savunmak için büyük ve önemli çabalar sarf ederken, bu ulusların onu destekleyeceklerinden ve birlikte hareket edeceklerinden emindir."Demiştir.

Atatürk'ü yalnızca savaş kazanan milli bir kahraman değil, hayatı süresince ülkesini ve halkını ön plana alarak düşünen büyük bir devrimci ve reformcu tarafını da önemle vurgulamamız gerekir.

Tüm güçlükler karşısında, ulusunun yeniden doğuşunu ve bağımsızlığını sağlayan Kurtuluş savaşının büyük lideri Gazi Paşa hakkında, Habib Burgiba O'nu, "Üçüncü Dünya ülkelerini sömürgeciliğin şiddetinden kurtaran ve bu ülkeleri Doğu ile Batı blokları arasına yerleştiren büyük devlet adamı." Olarak niteler.

Hintli Müslüman düşünür Muhammed İkbal, 1922 Temmuz ayında Atatürk için yazdığı şiirde, Ata'yı, "Düşman işgaline boyun eğmek zorunda kalan Sultanın kaderine karşı koyan, başkaldırmanın yaratıcı aşkını oluşturan insanüstü kişi" olarak tanımlamıştır.

Atatürk'ün sayesinde Türkiye, 1924 yılı öncesi Müslüman uluslar için örnek bir ülke olmuş ve bu örnekleme zamanın ilerici aydınların hayranlığını kazanmıştır.

Rusya'da Ulema Giarallah, 30 Aralık 1923'de Kahire'deki El Ekber gazetesinde verdiği demeçte şöyle demiştir; "Türkiye, Müslüman halklar için bir model ve İslam ulusları için en güzel örnektir. İslam dünyasının iktisadi ve siyasi bağımlılıktan kurtulması, tamamen Türkiye'nin kaderine bağlıdır."

Atatürk ile çağdaş olan İslam ulemaları arasında ve halen büyük saygı gören yukarıda adı geçen iki ulemanın fikirleri böyle.

Halkı Allah ile aldatarak dini politikaya alet edenler, Türk halkının AB karşısında gardını düşürmek için, Atatürk ve Atatürkçü karşıtlığı yapanlar, biz biliyoruz, siz ne yaptığınızın farkındasınız.

Necmi ÖZNEY